Bin Yıllık
Kandırılmışlık (veyahut) Geri-Kalmışlığımızın Ana Nedeni
Bu dosyada iki farklı zamanda yazılmış, ama aynı konunun
tartışıldığı 2 makale sunulacaktır. İlk makale 1980li yıllarda, ikinci makale
ise Haziran 2015de yazılmıştır.
80li yıllarda henüz Dinamik Sistemler Fiziği gelişmemiş ve
kuantum fiziğinde “entanglement= dolanıklık” faktörü tam aydınlığa
kavuşturulmamış olduğundan, Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) tam anlamıyla
oluşturulamamıştı. Bu nedenle DOM-terimi o zamanlar kullanılmaya henüz başlanmamıştı.
Ama doğa-bilimlerinin Tanrı’nın dilini ve eserlerini tanımlayan ve tanıtan
kaynaklar olduğu görüşü o zamanlar yazarın kafasında yerleşmişti. Aşağıdaki
yazı 80li yıllarda ülkemizdeki siyasi ve sosyal durum dikkate alınarak,
toplumsal sorunlarımızın nedeni ve nasıl çözülebileceği konusundaki görüşleri
yansıtmaktadır. Bakın bakalım, neler değişmiş, neler değişmemiş.
80li yıllardan bir makale:
I- GİRİŞ
Dinsel güdümlü işlemlerinin artmaya başladığı, yobazlığın yaygınlaştığı,
Türkiye Cumhuriyeti yerine, teokratik yapılı bir "islam" devleti
kurma heveslilerinin arttığı bu günlerde, bir tabuya karşı çıkarak, bazı
gerçekleri ve çelişkileri ortaya koymak istiyorum. Aşağıda madde madde, bazı
konularda, dinsel öğretilerle bilimsel verileri karşılaştıracağım. Ama yanlış
bir anlamaya meydan vermemek için önce bir terim tanımı yapmak istiyorum.
Allah veya Tanrı şöyle tanımlanabilir: Tüm evrenin ve buna ait
alt sistemlerin yaratıcısı, onlar arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi;
dünyadaki tüm canlı-cansız varlıkların yaratıcısı ve onlar arasındaki
ilişkilerin düzenleyicisi büyük güç.
Böyle bir tanım uyarınca Tanrı'nın yaptıklarında ve sözlerinde
hiç bir yanlış ve hata olamaz, olmamalıdır. Dinsel öğretiler Tanrı buyruğu veya
Tanrı sözü olarak kabul edildiğine göre, aşağıda sıralanan ve sadece şu an için
aklıma gelen bazı hususları bu mantık açısından tekrar değerlendirelim.
II.- ESKİ AHİT'TEN BAZI AKTARMALAR
Önce din bilgilerimizi tazelemek amacıyla, Dünya'mızın ve
gökyüzünün yaratılışı hakkında Eski Ahit'in Yaratılış kısmını özetlemek
istiyorum:
"Başlangıçta Allah yeri (Dünya'yı) ve gögü yarattı.
·
Dünya bom boştu ve kap-karanlıktı; ve Allah'ın ruhu sular
üzerinde dolaşıyordu. Allah ışık olsun dedi, ve ışık geldi. Ve Allah ışığın iyi
ve hoş olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah, ışığı karanlıktan ayırdı. Işığa
gün, karanlığa gece adını koydu. Böylece akşam oldu ve yarın birinci gün.
(Birinci Gün)
·
Ve Allah buyurdu: suları birbirinden ayıracak bir katı (set,
duvar) oluşsun; ve öyle oldu. Ve Allah bu kubbeyi yaparak, üzerindeki suları,
altındaki sulardan ayırdı. Allah bu katı sete gökkubbe adını verdi. Böylece
akşam oldu ve yarın ikinci gün." (İkinci Gün)
·
Ve Allah buyurdu: gökkubenin altındaki sular belirli yerlerde
toplansın ki, kuru alanlar (karalar) görülsün. Ve öyle oldu. Allah kuru
alanlara yer, suların toplandığı bölgeye deniz adını koydu. Ve Allah buyurdu:
yerde, tohumları olan, ot ve çimenler büyüsün ve herbiri kendine has meyveler
veren ağaçlar yetişsin ve meyvelerinde tohumları olsun. Ve öyle oldu.
Böylece akşam oldu ve yarın 3. gün. (3. gün)
·
Ve Allah buyurdu: gökkubbede zamanı, günleri, yılları
belirleyecek, geceyi gündüzü ayıracak ışıklar oluşsun; gökkubbede yere
pırıldayan ışıklar olsun. Ve öyle oldu. Ve Allah iki büyuk ışık yaptı: büyüğü
günü ve ufağı geceyi idare (kontrol) etsin diye. Bunlara ilaveten yıldızları da
yarattı. Ve Allah onları yere ışısınlar, günü ve geceyi düzenlesinler,
aydınlığı ve karanlığı ayırsınlar diye gökkubeye oturttu . Böylece akşam oldu
ve yarın 4. gün.· (4. gün)
·
Ve Allah buyurdu: Sular yaşayan hayvanlarla dolsun, gökkubenin
altında ve yerde kuşlar uçuşsun. Ve Allah büyük balinaları ve tüm sularda
dolaşan, yaşayan değişik türde hayvanları yarattı, ve de değişik türde kanatlı
kuşları yarattı. Böylece akşam oldu ve yarın 5. gün. (5. gün)
·
Ve Allah buyurdu: Yerde çeşitli türlerde, yaşayan hayvanlar
oluşsun; herbiri değişik sürü hayvanları, solucanlar (kurtcuklar) ve arazi
hayvanları. Ve öyle oldu. Ve Allah buyurdu: bize benzer bir insan yapalım ki, denizdeki
balıklara, gökkubbe altındaki kuşlara, sahadaki tüm hayvanlara ve yeryüzünde
sürünen tüm kurtcuk-solucanlara hükmetsin. Ve Allah kendine benzer şekilli
insanı yarattı. Böylece akşam oldu ve yarın 6. gün. (6. gün)
·
Ve Allah yaptıkları işlerin yorgunluğunu gidermek için 7. günde
dinlendi. (7. gün)
Dinsel öğretilerde (ve de Eski Ahit'de) o zamanki peygamberlerin
ve onların evlatlarının 900 veya 1000 yıl gibi bir süre yaşadıkları belirtilir.
Hem bu konuyu, hem de Din Kitaplarında Allah'ın nasıl tasarlanıldığını
aydınlatmak için, yine Eski Ahit'in I.Musa Bölümünün bir kısmını buraya
aktarmak istiyorum:
Allah'ın oğulları ve insan kızları
Yeryüzünde insanların sayısı arttıkça ve onların kızları
doğdukça, Allah'ın oğulları bu insan kızlarının ne kadar güzel olduğunu görüp,
begendiklerini kendilerine eş olarak aldılar.
Bunun üzerine Allah buyurdu: Benim ruhum ilelebet insanlarda
dolaşmasın, nihayet insan etten oluşmuştur. Onlara yüzyirmi yıl ömür biçiyorum.
İşte o zamanlarda, ve Allah'ın oğullarının insan kızları ile
ilişki kurdukları sonraki zamanlarda, insan kızlarının onlara doğurduğu
çocuklar dev cüsseli insanlardı. Onlar o dönemlerin kahramanlarıydılar. Yorumcular
burada zikredilen "Allah'ın oğlu' teriminin, Allah'ın öz oğlu olmayıp,
maiyetindekileri kastettiğini belirtirlerse de, bu bir şey değiştirmez,
Allah'ın oğulları ve insanların kızlarından doğanların çok uzun ömürlü olmaları
buna bağlanır, Ancak bilim adamları bu “uzun ömürlü peygamberler"
hikayesini şöyle açıklıyorlar: Eskiden kabilelerde "kral" veya
"şef”ler kendilerinin ilahi gücü temsil ettiklerini, hatta
onun soyundan geldiklerini iddia ederek, halktan uzak durur, özel
barınaklarında gözlerden uzakta gününü gün ederlerdi. Halkın, yani kulların,
"efendilerini" görmeleri kesinlikle yasaktı. Halk “efendilerini"
kurbanlarla, hediyelerle beslerdi. Kurban, zamana göre değişebilirdi, ama
çoğunlukla da genç, sağlıklı ve güzel bir kız olurdu. İşte böyle bir yaşam
tarzında bir "şefin" kaç yıl yaşadığı, ancak hanedan değişimi olunca
anlaşılabilir. Dolayısıyla, falanca 900 yıl yaşadı deniyorsa, bu süre onun
soyunun o yerdeki hanedanlık süresidir.
Ne dersiniz, hangisi daha mantıklı?
Neyse. Yukarıdaki ifadelerden şunlar anlaşılmaktadır:
1: "Gün" teriminin gündüz anlamında kullanıldığı, yani
bizim bugün kullandığımız 'gün' kavramının sadece gündüz kesimini kapsadığı,
gecenin dahil olmadığı;
2: Allah'ın yeri, göğü ve tüm arasındakileri yaratırken, sadece
gündüzleri çalıştığı, gece çalışmadığı;
3: Bugün atmosfer diye bildiğimiz kesimde "gökkubbe” diye
katı bir maddeden yapılmış bir set olduğu, bu kubbenin üstünde su bulunduğu ve
denizlerdeki sudan ayrı tutulduğu;
4: Yağmurun bu gökkubbenin açılmasıyla yeryüzüne düştüğü;
5: Yeryüzünde aydınlık ve karanlığın Güneş'ten önce oluştuğu;
6: Yeryüzünde hayatın ilk defa bitkilerle, ama karada
başlatıldığı;
7: Denizlerde yaşamın karalardan sonra başlatıldığı;
8: Yer, gök ve tüm arasındakilerin 6 günde yaratıldığı;
9: Güneş, Ay ve tüm yıldızların 'gökkubbede" yerleştirilmiş
olduğu;
10: Güneş ve Ay'ın zaman belirlemek, yani takvim oluşturmak için
yaratıldığı;
11: Allah'ın insana benzer şekilli olduğu;
-vs ...
III-DÜNYA VE UZAY HAKKINDA KUTSAL KİTABIMIZDAKİ BİLGİLER
Simdi, kutsal kitabımız Kuran'ı gözden geçirelim, Yukarıda
belirtilen hususlarda orada neler yazılmış. Herşeyden önce şunu belirtmek
gerekir ki, Kuran, diğer kutsal kitapların tersine, şiirsel bir tarzda yazılmış
olup, genellikle, bölümlerinde (Surelerinde) bir konu bütünlüğü yoktur. Örneğin
bir surede oruç, evlenme, ticaret, sadaka vs. gibi konular işlenirken, aralara,
Adem - İbrahim - Musa vs. peygamberlere ait efsanelerden parçalar
serpiştirilmiş, veya yer yer Allah'ın gücünü, ululuğunu belirtmek için, bazı
doğal olaylar örnek verilmiştir. İşte doğa bilimleri ile ilgili konulara
yönelik Kuran hükümleri ancak böyle parça parça atıflardan çıkartılabilmektedir.
Şimdi bu tür parça parça ayetlerden yararlanarak doğa bilimsel
görüşleri tasarlamaya çalışalım.
Bilindiği gibi, dilimizde 'gökkubbe" diye bir terim vardır.
Bu terim acaba nereden geldi? Ve neden 1960lı yıllarda Ay'a gitmekten söz
edilmeye başlandığında, tüm din adamları ayağa kalkmış, “Ay'a gidilemez! Dünya
başımıza yıkılacak! Kıyamet günü geldi!” vs.· gibi ifadelerle bilim adamlarının
yapmaya uğraştıkları işe karşı çıkıyorlardı? Dayanakları neydi?
Bu sorunun cevabını vermek için önce, Kuran'da “gök' hakkında
mevcut ayetlerde neler yazıldığını görelim ve gökyüzünün yapısının nasıl
tasarlandığını anlamaya çalışalım:
13.Sure 2.Ayet: 'Gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükselten
ve sonra tahtına oturan ve de her biri belli bir süreye kadar hareket eden
Güneş ile Ay'ı emrinde tutan Allah'dır. O tüm işleri yönetir-yürütür;
mesajlarını açık tutar. Belki Rabbinizle karşılaşacağınıza inanırsınız. "
21.Sure 33.Ayet: "Ve göğü korunmuş bir tavan yaptık; ama
onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar."
21/104:" O gün göğü kağıt dürer gibi düreceğiz (rulo
yapacağız). Yaratmaya ilk başladığımız gibi de tekrar onu oluşturacağız. Bizim
vaadimizdir bu ve muhakkak yapacağız." .
22.Sure 64.Ayet: ' Allah'ın, yerde olanları ve denizde emriyle
yürüyen gemileri buyruğunuza verdiğini görmez misin? Ve de yeryüzüne düşmemesi
için göğü (gökkubbeyi) O tutar, ancak O'nun isteğiyle o düşebilir. Bak, Allah
insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
31.Sure 9.Ayet: Allah gökleri görebildiğimiz bir direk
olmaksızın yarattı; sizler dolaşırken, sizinle birlikte sallanmasın-oynamasın
diye de yeryüzüne sağlam temelli (dağlar) oturttu ve yeryüzüne her çeşit
canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip orada her tür hoş nebat yeşerttik.
34.Sure 9.Ayet: "Onlar gökte ve yerde önlerinde ve
arkalarında ne var görmüyorlar mı? Eğer isteseydik onları yere batırır veya
göğün bir parçasını başlarına indirirdik. Bunlarda pişmanlık duyan kullar için
ibret vardır.”;
Bu ayetlerde açık - seçik şekilde görülüyor ki, Kuran'da da,
aynen İncil ve Tevrat'da olduğu gibi, gökyüzünde katı bir gökkubbe -hatta 41/11
ve 78/12'de belirtildiğine göre 7 katlı- olduğu belirtiliyor. Yukarıdaki
ayetlerden başka Kuran'da daha bir çok ayette gökyüzünde bir katı kubbe olduğu
anlamında ifadeler yer almaktadır, örn.,15/14, 37/6, 39/67, 40/66, 41/8-11,
42/3, 51/47, 52/5, 54/11, 55/33, 69/16, 78/12, 79/27-28, 82/1, 84/1, 88/18
vs ••
Eee, din adamları ne yapsınlar, kutsal kitaplarda katı bir
gökkubbeden söz ediliyor, bunun başka türlü bir yorumu olamazdı, ve nitekim
asırlar boyu tüm din alimleri de bunu böyle anlamışlardı!
Ama, Allah'ın gerçek dili bilimle uğraşan müsbet bilimciler,
Allah'ın gerçek mesajlarının algılanmasına ve sırlarının çözümüne ugraşıyorlar,
ve bu çabalarının mükafatını da alıyorlardı: önce Ay'a gidip - geliyorlar,
arkasından Kuran'da 'yıldız' (81/15) diye belirtilen Merkür, Venüs, Mars,
Jüpiter, Satürn gezegenlerine uydular gönderip, onlar hakkında çeşitli bilgiler
edinmeye başlıyorIardı! Bu araştırmalarda katı bir 'gökkubbe' olmadığı gibi,
yıldızlarla donatılmış bir alt katın hiç söz konusu olamayacağı ortaya
çıkıyordu. Halbuki 37/6 ve 41/11.ayetlerde görüldügü üzere, yıldızların (Güneş
ve Ay ile birlikte) 'gökkubbenin alt katında' olmaları gerekiyordu. Kutsal
Kitaplarda' böyle yazıyordu!
Yanlışlıklar veya yanılgılar bunlarla da bitmiyordu. Yağmurun,
gökten gökkubbenin açılması ile gelmesi gerekiyordu; hatta Allah'ın tahtı gökte
sular üzerindeydi (11/9, 54/11, 25/50 ve 55, 27/62, 23/18 vs.. ayetler).
Halbuki göğe doğru yükseldikçe su yoktu. Ve bilim adamları yağmuru "su
döngüsü” dedikleri bir sistemle açıklıyorlardı. Halbuki din kitaplarında hiç
böyle bir döngüden söz edilmediği gibi, tatlı ve tuzlu suların kesin olarak
birbirinden ayrıldığı (25/55) ve aralarına bir ayırıcı set (=gökkubbe)
koyulduğu belirtiliyordu.
Biyolojik, genetik, jeolojik ve paleontolojik bulgular ve
veriler, yeryüzünde hayatın, denizlerde basit tek hücrelilerden başlayarak 3
milyar yıllık bir süreç içinde, adım- adım degişimlerle bu günkü durumuna
geldiğini; karalarda ise sadece ~400 milyon yıldan beri hayat izlerinin mevcut
olduğunu; canlıların anatomik, fizyolojik ve genetik özelliklerinin canlı
türleri arasındaki akrabalık ilişkileri ile dolu olduğunu vs. göstermelerine
rağmen, din adamları evrime karşı çıkarlar, çünkü kitaplarda başka türlü
yazıyor.
Dünyanın yuvarlaklığı ve de Güneş etrafında döndüğü de din
kitaplarında yazılı değildi. Ama üzerinde yaşanılan 'yer' hakkında insanlar
bilgi isteyeceklerdi ve bilgi kaynağı kutsal kitaplardı. Bu konuda neler yazılıydı?
13/3, 15/19, 51/48, 79/30, 88/20 vs ayetlerde Allah'ın 'yeri serdiği - yaydığı'
yazılıydı. Öyleyse düz olmalıydı. Bazı ayetlerde de (örn. 13/16, 55/5) her
şeyin, hatta yıldızlar ve gölgelerin bile Allah'a secde ettiği yazılıydı.
Öyleyse Dünya'nın dönmesi de düşünülemezdi.
Gece, gün !=gündüz), aydınlık - karanlık, deniz-kara (=yer),
Güneş - Ay - yıldız tanımları Allah tarafından yapılmıştı. Ve bu tanımlardan
sonra da Yer ve gök'ün 6 günde (=gündüz mesaisinde) yaratıldığı, üstelik de
Allah'ın hiç yorulmadığı (46/32), belirtiliyordu. Bunun yorumlanacak hiç bir
tarafı yoktur.
Simdi belki sizler de merak etmiş olabilirsiniz, acaba Kuran'da
da Allah 'insansı' bir varlık olarak mı düşünülmüş? Bakalım bu konuda yorum
yapmamıza yarayacak ayet var mı. Örneğin 46/32 ayette Dünya'yı ve göğü
yaratırken 'yorulmadığı’ yazılı. Kimler yorulur? Ayetlerde sık sık Allah yerine
'Rabb = Efendi' gibi terimler kullanılmış. Kimlerden efendi olabilir? Adem'le
Havva'nın cennette yasak meyveyi yedikten sonra, çıplaklıklarını farkedip,
Allah'tan utandıkları için, saklandıkları ve üstlerine yaprak örttükleri
belirtilir. Kimlerden utanılır? Yine bir çok ayette "Allah tahtına oturdu”
gibi ifadeler yer almaktadır. Kim tahta oturabilir? Kuran'da, Eski Ahit'deki
Allah'ın oğulları kavramına karşı çıkılırken, Allah'ın eşi olmadığı, çocuk
yapmadığı belirtilir (25/2). Kimin eşi ve çocukları olur? Çeşitli ayetlerde
(örn. 57/11+17, 64/17) Allah'a ödünç vermekten söz edilir. Kime ödünç verilir?
59.Sure'nin 7.ayeti de şöyledir:
“Allah'ın, fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine
verdikleri; Allah, Peygamber ve yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda
kalmışlar içindir; içinizdeki zenginler arasında dolaşması için değildir'.
Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasaklarsa da ondan geri durun.
Allah'tan korkun, Allah'ın cezası şiddetlidir.”
Dikkat edin, peygamber, kendisi ve yakınları, fakirler vs.
yanısıra, Allah namına da ganimet payı alıyor. Evet, şimdi bu konuda da
yorumu sizler yapın. Hem islamiyetde insan resmi yapmak günah mıydı, neden
günah sayılıyordu?
Görüldüğü üzere ister İncil veya Tevrat, ister Kuran olsun,
hepsinde doğa bilimsel konularda çok sayıda hata ve yanlışlıklar vardır. Ve de
bunların başka türlü yorumlanması imkansızdır. Kitaplardaki bu ifadelerin, din
adamlarınca, günün değişen bilimsel bulgularına uydurulmaya çalışılması, aynen,
oyun kaybeden çocuğun mızıkçılık yapıp, her defasında yeni oyun kuralları
getirmesine benzer.
Simdi burada biraz durup, şu soruyu soralım: İncil ve Tevrat'ın
akıl ve mantığa sığmaz bir sürü yönü yukarıdaki bir kaç alıntıdan bile
anlaşılıyor. Acaba Kuran'da da doğa bilimsel hata ve yanlışlıklar haricinde,
akıl ve mantığa ters bölümler var mıdır?
Kuran'ın tüm insanları kapsayan hükümler içermesi beklenir ve de
gerekir. Halbuki bir çok ayet (33/28,29,30,32) sadece Peygamberimizin eşlerine
hitap eder. Veyahut bazı ayetler (33/53; 58/13,14) sadece Peygamberimizi
ziyaret edenlerin nasıl davranmaları gerektiğini anlatır. Hele bazı ayetler
(33/49,50,51,52) peygamberin kimlerle evlenebileceğini yazar. Hani daha başka
bir peygamber gelmeyeceğine göre, böyle ayetlere ne gerek var?
Böyle ayet-ayet değil de, daha geniş olarak Sure bazında,
Kuran'ı tanıtmak amacıyla iki sureyi tam metinleriyle vermek istiyorum.
66. Sure (Tahrim Suresi) ! 12 ayettir)
(Peygamberimizin, kendisine bu surenin vahyinden önceki
yaşamından bir kesimi aktarmak, surenin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır:
Peygamberimize Mısır maslahatgüzarı tarafından Maria adında bir kız köle hediye
edilmiştir. Eşleri Hafize'nin evde olmadığı bir sırada, onun evinde bu
kölesiyle beraber olur. Hafize Hanım bu durumdan haberdar olunca tartışırlar.
Peygamberimiz, Hafize Hanımın bu konuda susup kimseye bir şey söylememesi
şartıyla, bir daha o kölesiyle birlikte olmayacağına dair söz verir. Ancak
Hafize Hanım sırrı saklayamayıp, Ayşe'ye de açar. Peygamberimiz bunu
farkedince, bir ay süreyle tüm karılarını dışlayıp, kölesi Maria'nin odasında
kalır. Kendisine vahyolunan bu sure ile Peygamberimiz, hem eşi Hafize'ye
verdiği sözden (yeminden) kurtulur, hem de eşlerini azarlar.)
Esirgeyen ve bagışlayan Allah adıyla
1: Ya peygamber, niçin, Allah'ın sana helal kıldığı eşlerinle
mutlu olmayı kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
2: Şüphesiz, Allah size, yeminlerinizi kefaretle çözmenizi meşru
kılmıştır. Allah size emredendir, O her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
3: Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. O bunu
Peygamber'in diğer bir eşine bildirince Allah da durumu Peygamber'e
açıklamıştı. Peygamber de, sırrın bir kısmını bildirmiş, bir kısmından
vazgeçmişti. Eşine gizlice söylediğini başkasına nakletmiş olduğunu bildirince,
eşi, "Bunu sana kim haber verdi?" diye sorduğunda, o da, "Bana,
her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Allah bildirdi." dedi.
4: (Ey Peygamberin eşleri) Eğer ikiniz de Allah'a tövbe
ederseniz, kayan kalpleriniz düzelmiş olur. Eğer birbirinizle yardımlaşarak
eşinizin aleyhinde bir şey yapmaya kalkarsanız, bilin ki, onun dostu Allah,
Cebrail, melekler ve müminler de ona yardımcıdır.
5: Eğer Peygamber sizi boşarsa, Efendisi (Rabbi) ona, sizden
daha iyi, kendini Allah'a veren, itaatkar, tövbekar, ibadet eden, oruç tutan,
imanlı, dul ve bakire eşler verebilir.
6: Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insan ve taş olan
cehennem ateşinden koruyun. Onun başında, Allah'ın kendilerine verdiği
emirleri, karşı gelmeden yerine getiren pek haşin melekler vardır.
7: Ey kafirler, o gün özür dilemeyin; Siz işlediklerinizin
cezasını çekeceksiniz.
8: Ey iman edenler, içtenlikle tövbe ederek Allah'a dönün; belki
Allah kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri
utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.
Onların nurları önlerinde ve sağ yanlarında koşar. Onlar" Ya Efendimiz (=
Rabbimiz), nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen herşeye kadirsin derler.
9: Ya Peygamber, inkarcılar ve münafıklarla savaş, onlara sert
davran; onların yeri cehennemdir, oraya gitmek ne kadar kötüdür.
10: Allah inkarcılara Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal
verir: bunlar kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken, onlara hainlik
ettiler. Kocaları da onları Allah'ın gazabından kurtaramadı. Onlara “Haydi,
ateşe girenlerle beraber siz de girin" denildi.
11: Allah müminlere de Firavun'un karısını örnek gösterir: Bu
kadın, “Ya Efendim, bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun
işlediklerinden kurtar, beni bu zalim milletten kurtar” demişti.
12: Allah, ırzını korumuş olan Ümran kızı Meryem'i de örnek
gösterir: Biz ona ruhumuzdan intikal ettirdik. O Efendisinin sözlerini ve
Kitaplarını tasdik etmişti. O bize gönülden itaat edenlerdendi.
Bir başka örnek olarak da 111. (Leheb) Sure'sini görelim.
(Yine şu ön bilgi bu surenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
Leheb, Muhammed'in amcasıdır; karısı Ümm Camil'in de etkilemesiyle, Muhammed'in
peygamberliğini kabul etmez.)
Esirgeyen ve bağışlayan Allah adıyla!
1: Elleri kurusun Ebu Leheb'in, kendisi de mahvolsun.
2: Malı ve kazandıkları kendisine yaramasın.
3: AlevIi ateşler içinde yanacaktır.
4: Karısı da cehennemde odun taşıyacaktır,
5: Boynunda bükülmüş bir ip ile birlikte.
Evet, Kuran-ı Kerimimizde bunlar ve buna benzer sureler ve
ayetler vardır. Ve bizler, dua ederken bunları mırıldanıyoruz; çocuklarımıza
okullarda bunların Arapca'sını ezberletmeye çalışıyoruz; ama ne bizler
ibadetlerimizde söylediğimiz bu Arapca surelerin ne anlama geldiğini biliyoruz,
ne çocuklarımız ezberlediklerinin anlamını biliyorlar, ne de öğretenlerin
çoğunluğu. Şimdi siz, din adamlarının yıllardır "Kuran Arapça
indirilmiştir başka dile tercüme edilemez bahanesine sığınarak Kuran'ın tercüme
edilmesini neden engellediklerini anlayabiliyor musunuz?
Çok kısa olarak, tek bir cümle ile Kuran'ı özetlemek gerekirse
şöyle olur: Allah'a ve Peygamber'e inanıp, onun dediklerini yaparsanız,
mükafatlandırılacaksınız, inanmazsanız, cezalandırılacaksınız.
IV- İNCİL VE TEVRAT'TAN BİRKAÇ ALINTI DAHA.
Şimdi size, önce Tevrat ve İncil'i temsilen Eski Ahit'ten bazı
aktarmalar, sonra da Kuran'dan aynı anlamda ayetler sunarak, bu konuda
düşünmenizi istiyorum.
Eski Ahit, 1.Musa, 12:
"Ve Efendi (=Allah) lbrahim'e dedi ki: ülkeni,
akrabalarını, baba evini bırakarak, sana göstereceğim ülkeye git."
(İbrahim peygamber karısı ve çocuklarıyla Kenan ülkesine (bu
günkü İsrail) gelir.)
Efendi (=Allah) İbrahim'e göründü ve konuştu: “Senin soyuna bu
ülkeyi veriyorum"
(Ülkede kıtlık olması nedeniyle İbrahim Peygamber karısı ile
Mısır'a göçer.)
“Ve Mısır'a yaklaştıklarında, o , karısı Sara'ya dedi ki:
Biliyorum, sen çok güzel bir kadınsın. Mısır'lılar seni görünce, bu onun
karısıdır deyip, beni öldürecekler, seni bırakacaklardır. Hem benim hayatta
kalmam, hem de senin iyiliğin için, onlara benim kız kardeşim olduğunu söyle.”
(Firavun İbrahim Peygamber'in karısını kendisine alır, onun
hatırı için de İbrahim Peygambere iyi davranılır, mal-mülk verilir. Ama Allah,
İbrahim Peygamber'in karısını amıış olması nedeniyle Firavun'u ve ailesini
felakete uğratır. Firavun da korkusundan, İbrahim Peygamber'e karısını ve de
bir sürü mal-mıülk vererek, gitmesini söyler, ve o da zengin biri olarak
Allah'ın kendisine vaat ettiği topraklara döner. Allah yine sık sık ona
görünür, ve …)
" Ve o gün Efendisi onunla (İbrahim'le) bir anlaşma yaparak
dedi ki: Senin soyuna ta Mısır'daki ırmaktan, büyük Fırat Irmağına kadar olan
bu ülkeyi vereceğim. …
“… Sizler, ve bundan sonra doğacak oğullarınız sünnet olacaklar,
ki bu benimle sizin aranızdaki anlaşmanın bir işareti olsun. …
“ …İsmail'in soyunu da bereketli kılacağım, … ama ben anlaşmamı
İshak ve onun soyu ile yapacağım. …” gibi vaatlerde bulunur.
İbrahim Peygamber (ve soyu) o kadar servet, mal ve mülk düşkünü
olmalı ki, karısını bu uğurda rahatça peşkeş çekebilmiş. Acaba böyle bir adamı
ve soyunu ”seçilmiş” ilan eden Allah, bizim düşlediğimiz Allah olabilir mi?
V- KURAN-I KERİM'DEN BİR ALINTI DAHA
Neyse, şimdi de Kuran'a bakalım.Kuran'da da, bir çok sure ve
ayette, Tevrat ve İncildeki bir sürü efsane sık sık tekrarlanırken, bu
Kitapların bir birlerini doğrularcasına gönderildiği de sıkca vurgulanır, ve
İsrailoğulları hiç satır aralarından eksik olmaz. Bunlara bir örnek olarak
Casiye Suresinden bir ayeti vermek istiyorum:
45/15: "Gerçekten, biz lsrailoğullarına kitap, bilgelik ve
peygamberliği verdik. Onların rızkını bol kıldık ve onları diğer insanlara
tercih ettik." (Bazı tercümelerde ·peygamberliği verdik' yerine,
“peygamber verdik” gibi çarpıtmacalara rastlanılmaktadır. Kuran'da “nübüvvete”
kelimesi vardır, ve bu da ”peygamberlik” anlamındadır.)
Evet sevgili din kardeşlerim, ne dersiniz, acaba hepimiz bir
yahudi aldatmacasının kurbanı olmuş olmayalım? Dünyada binlerce kabile ve soy
varken, bizim düşlediğimiz gibi bir Allah neden mal-mülkten başka bir şey düşünmeyen
Israiloğulları soyunu seçsin? Bu tipik bir yahudi aldatmacası değil mi? Ve
günümüzde dünyayı kimler yönetiyor, en zengin adamların çoğu hangi ırka mensup?
İpler kimin elinde? Bu ikisi arasında bir paralellik, bir bağlantı veya ilişki
yok mu? Ve bilmelisiniz ki, Araplar da semitik ırktandırlarl ”Şalom”·ile
"selam" arasındaki fark ne kadardır?
Yukarıda, yanlışlarıyla-doğrularıyla, tanıtılan kitaplar,
bizlerin gönlünde yatan Allah'a ait kitaplar olabilir mi?"
VI- İNSANLARIMIZIN UYARILMASI GEREK
Tanrı'nın yazının başlangıcında yapılan tanımı dikkate alınırsa,
bilim Tanrı'nın tabii dilidir. Bu nedenle, dinsel bilgiler hiç bir şekilde
bilimle çelişmemelidir. Şayet çelişki varsa, birinci derecede güvenilecek olan,
Tanrı'nın tabii dili olan bilimdir. Dinsel bilgiler, bilimsel verilere ters
düşüyorsa, mutlaka şüpheyle karşılanmalı. Ama dinde şüpheye yer yoktur,
şüphelendiğiniz an, 'kafir' ilan edilirsiniz. Halbuki bilimsel verilere
ulaşmanın temelinde şüphecilik yatar. Her şey tekrar tekrar kontrol edilir, tüm
bilgiler, kesin sonuç alınıncaya kadar hep şüpheyle karşılanır. Acaba din
adamları şüphelenmeyi neden yasaklarlar? Akıl ve mantığa ters düşen durumlarda
şüphelenmek, geçekleri aramak insanın en doğal hakkıdır. Ama din adamları
körü-körüne itaat isterler, şüphelendiğiniz an “Cehennemle" tehdit
edilirsiniz. Halbuki doğruyu söyleyenin hiç bir şeyden çekinmemesi gerekir. Din
adamlarının belletmek istedikleri tüm dinsel bilgiler ve görüşler doğruysa,
insanların bu bilgileri akıl ve mantığın, ve de bilimin süzgecinden geçirip
değerlendirme hakları vardır. İnsanlar doğru ve gerçeklere ancak böyle
ulaşabilirler. Öyleyse, dinsel bazı bilgilerin doğruluğundan şüphelenen
insanlar neden hemen "Cehennem” ateşi ile tehdit edilir? Yoksa din
adamlarınca "birazcık” kandırıldık mı, veya hala kandırılıyor muyuz? Yani
din adamlarının söylediklerinde yanlış olan taraflar mı var ki, körü- körüne
itaat isterler, şüphelenip araştırılmasını “cehennem” tehdidiyle yasaklarlar?
Tanrı'nın sözleri diye ileri sürülen dinsel kitapları ortaya
koyanlar, neden şüpheci olmayı yasaklıyor? İçindekilerin hepsi doğruysa,
bilimsel şüphecilik yöntemiyle nasılsa eninde sonunda doğruluğu ortaya çıkar;
ama dğgilse, işte o zaman da foyaları ortaya çıkar ki, korktukları bu olsa
gerek.
Ne Arapca'ya, ne İbranice'ye, ne de başka bir ulusun diline
gerek duymadan, Tanrı'nın mesajlarını algılayacak evrensel dil, bilim dilidir.
Bu dilde, yani bilim konusunda, tüm uluslar kolayca anlaşabilmektedir. Fizik,
kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji, paleontoloji, matematik, fizyoloji,
anatomi, ekoloji vs. tüm uluslarda aynı şekilde kabul edilmekte ve bunların
yorumlanması konusunda hiç bir kavga - savaş olmamaktadır. Dinsel kökenli kavga
ve savaşları düşününce, Tanrı'nın, böyle kavga ve savaşları körükleyecek ve
insanlarca farklı şekilde algılanıp yorumlanabilecek dinsel bilgileri bildirmiş
olabileceği, akıl ve mantığa sığmıyor.
Oruç tutarken, başlangıç ve bitiş zamanları olarak “bir siyah
ipliğin bir beyaz iplikten ayırt edilemeyeceği" an öngörülmüştür (2.Sure,
183.Ayet). Arabistan, Afrika gibi ekvatora yakın konumlu ülkelerde, gece -
gündüz farkı pek olmadığından, bu uygulanabilir. Ya kutuplara yakın konumlu
ülkelerdeki insanlar ne yapacak? 6 ay aç mı kalsınlar? Ülkemizde bile, yaz
aylarında, Karadeniz kıyısındaki insanlar 18-20 saat oruç tutarlar, neredeyse
günün tümü. Halbuki Arabistan'dakiler hep 12-13 saat tutmaktadırlar. Bu
dengesizlik, mantıksızlık niye? Oruçsa, nefse hakimiyetse, neden bazıları
düzenli olarak 12-13 saat buna katlanırken, bazıları 20 saat katlansın? Ya
kutuptakiler Bu da Dünya'nın düz yorumlanması yanlışlığındandır.
Deprem, volkan patlaması, sel felaketi vs. gibi doğal afetler,
dinsel kitaplarda hep Tanrı'nın insanlara verdiği ceza olarak
yorumlanmışlardır. Deprem, volkan patlamaları gibi doğal felaketlerin dünyanın
nerelerinde olabileceği genel hatlarıyla bellidir. Bugün, Kızıldeniz
- Lübnan - Hatay hattı; Çanakkale - Bolu - Erzincan - Van hattı; Girit -
Rodos - Antalya hattı; Pasifik Okyanusu'nun tüm kıyıları gibi bir çok yöre,
deprem ve/veya volkanizma kuşağı olarak bilinir; buralarda sık sık depremler
olmuştur ve olacaktır da. Diğer taraftan, Afrika'nın orta kesimleri, Sibirya
bölgesi, ıskandinav ülkeleri, Kuzey ve Güney Aıerika'nın iç bölgeleri,
Avusturalya gibi, Dünya'nın çok daha genişçe bir kesiminde ise deprem gibi
doğal felaket olasılığı ya hiç yoktur, veya çok azdır. Şimdi şu soruya mantıklı
bir cevap verin: Erzincan'da, Bolu'da veya Lübnan'daki insanlar, Sibirya -
İskandinavya veya Avusturalya'da yaşayan insanlardan daha mı günahkarlar? Veyahut
oralarda yaşayanlar hiç mii günah işlemiyorlar ki, hiç cezalandırılıyorlar ?
Dinsel kitaplarda, peygamberlerin doğru yoldan sapan insan
topluluklarına gönderildiği belirtilir. Ve tüm peygamberlerin semitik ırktan
(Yahudi - Arap) insanların yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde ortaya çıktıkları da diğer
bir gerçektir. Orta Asya'da yaşayan Türk'lere, Doğu Asya'da yaşayan Çin'lilere
- Japon'lara, Amerika'da yaşayan Kızılderili'lere veya Eskimo'lara, veya
Avrupa'da yaşayan Cermen'lere, Viking'lere hiç bir peygamber gönderilmemiştir. Öyleyse,
sadece semitik ırk insanlarının sık-sık doğru yoldan çıkan toplumlar olduğunu
mu kabul etmek gerekir? Yoksa en "uyanık" kişilerin onlardan
çıktığını varsaymak mı daha doğru bir yaklaşımdır?
Peygamberler, doğup-büyüdükleri veya yaşadıkları şehirleri
kutsal ilan edip, inananların oraları ziyaret etmelerini buyurarak, ait
oldukları topluma veya ülkeye muazzam birer glir kaynağı yaratmışlardır. Acaba
bu da yukarıda belirtilen türde bir “uyanıklığın" bir başka belirtisi
olmasın? Insanların sömürülmesi çok çeşitli şekillerde olabiliyor: Kendilerine
hiç peygamber gönderilmesi gerekmemiş toplumlar, yani onların deyimiyle “doğru
yoldan çıkmamış” toplumların, peygamberli, yani doğru yoldan sık sık sapmış
toplumların ülkelerine para akıtmaları da, kaderin bir cilvesi mi, yoksa saf
toplumların, “uyanık" olanlarca sömürülmesi mi?
Tüm ulusların ortaklaşa kullanıp - anlaşabildiği bilim dili
varken ve insanlar, Tanrı'nın kendilerine en büyük hediyesi olan beyinleri
sayesinde, bu bilmısel dili kullanarak Tanrı'nın mesajlarını çözüp O'nu
anlayabilirken, acaba neden sadece Arapça veya İbranice kitap indirmiş ve diğer
dillerde konuşan insanların kendisini anlamalarına olanak sağlamamış? Akıl ve
mantığa ters gelmiyor mu? Tanrı böyle mantıksız bir uygulamayı neden yapsın?
Yoksa O yapmadı da, bazı çok “uyanık” toplumlar veya kişiler, insanları idare
etmenin bir yolu olarak, kendilerini "seçilmiş halk veya kişi” ilan
ederek, Allah'ın temsilcisi olduklarını ileri sürerek, çevrelerine veya dünyaya
hakim olmanın en kolay yolunu mu seçtiler?
İnsanları yönlendirmede dini alet eden kişiler, bazı ender,
doğal olayları, Tanrı'nın onların görüşünü desteklediği şeklinde halka
yansıtmaktadırlar. Örneğin, vücudu çürümeden korunmuş bir insan gövdesini, bu
insanın “ermiş" bir kişi olduğu ve Tanrı'nın onu bu nedenle koruduğu
şeklinde bilim dışı yorumlamalar yaparak, saf düşünceli insanları kandırmakta,
insanların inançlarını kötüye kullanmaktadırlar. Organik bileşimli bir gövdenin
kokuşmaya-bozuşmaya uğramadan korunması, yani “konserve" edilmesi, özel
koşullar altında mümkündür. Vücudun hava ve nem etkisinden kurtulması ve
bazı kimyasal bileşim değişimleri bunun için yeterlidir. Bu da, ya bir
bataklığa, veya durgun göl veya denize düşmekle; veya, volkan külleri gibi bir
örtüyle kaplanmakla; veyahut da, suni olarak, mumyalamada olduğu gibi, vücut
belli sıvı ve macunlarla işlenerek sağlanır. Fosil bulgular bunlara ait sayısız
örnekler vemektedir. Bir kısım “uyanık” insanlar, bazı bilimsel bulguları,
örneğin ışık etkisi ile çeşitli renkte pigment oluşturma olayını, kasıtlı
şekilde bazı bitki veya hayvanlarda kullanarak, insanları etkilemeyi, onların
dinsel inançlarını politik veya siyasi emellerine alet etmeyi, yani insanları
şu veya bu şekilde kandırmayı, adet haline getirmişlerdir.
Şimdi, Tanrı'nın gerçek bilimsel dilini anlamadan, veyahut
bilinçli olarak bilimsel bulguları kötü amaçla kullanarak, böyle olayların,
"kutsal kişiymiş” "Allah şundan yanaymış …,vs.” şeklinde saptırılarak
halkın yanlış yönlendirilmesi ve kandırılması genellikle din maskesi altında
yapılmaktadır. Bunların amaçları toplumların aptallaştırılmasından başka bir
şey değildir. Hem geçmişte, hem günümüzde, dış kaynaklar (yabancı devletler)
dinsel duygularımızı ulusal çıkarlarımız aleyhine kullanmışlardır ve
kullanmaktadırlar. Örneğin Kurtuluş Savaşı öncesinde İngilizlerin
vatandaşlarımız arasından işbirlikçiler bularak Ittihad-ı Muhammedi Fırkası
adlı teşkilatı oluşturtup, ülkemizi içten çökertmeye çalışması; Amerika Birleşik
Devletleri, Suudi Arabistan, Iran gibi devletlerin çeşitli kişiler, örgütler
ve/veya dernekler vasıtasıyla (Islamcı Türk Öğrencileri Konseyi,
"Rabıta",vs..) devletimizi zaafa düşürmeye ve parçalamaya yönelik
çabaları hep "din” adına yapılır. Şimdi düşünelim:
A.B.D.'li veya İngiliz yöneticiler, mademki Müslümanlığı bu
kadar beğeniyorlar ve "destekliyorlar", öyleyse neden kendi
devletlerine resmi din olarak kabul edip, şeriat kurallarına göre ülkelerini
yönetmiyorlar?
Anlaşılması ve çözülmesi oldukça zor olan Tanrı'nın gerçek dili
“bilim" tüm uluslarca aynen kabul edilmekle kalmayıp, her bir ulus, diğer
bir ulustan bir bilimsel bulgu kapmak için elinden geleni yapmaktadır.
“Bilim"de durum böyleyken, neden din konusunda durum tamamen farklı? Neden
hiç bir toplum diğer toplumun dinini veya tarikatını beğenmez? Aklın yolu bir
olduğuna göre -ki bilimdeki durum bunu doğruluyor- neden insanlar bu kadar din
ve mezhep arasından TEK DOĞRU olanını bulup, onda birleşmiyorlar? Ama bilim söz
konusu olunca, bunda birleşiyorlar. Demek ki, hiç biri TAMAMEN DOĞRU değil,
yani Tanrı'nın dilini yansıtmıyor. Her bir dinin taraftarı, kendi dininin Tanrı
tarafından gönderildğgine inanır. Bu insanların "bencilliğinin” bir başka
belirtisidir. Yaşadığı yeri dünyanın merkezi, veya dünyayı evrenin merkezi
sayması gibi. Bencillik ise, yobazlığın bir özelliğidir, Yobaz din adamları
veya din çığırtkanları dinsel kitaplardaki bir cümlenin, bilim alanında her yıl
yapılan milyonlarca buluştan sadece biri ile uyumlu anlamda yorumlanabileceğini
anlayınca, çocuklar gibi sevinip, "bak, kitapta zaten bu yazılmıştı”
gibilerden ahkam kesmekte ve dinsel kitapların ne kadar “doğru" olduğuna
'bir kez daha' dikkati çekmek için büyük yaygaralar koparmaktadırlar. Elbette
dinsel kitaplardaki tüm bilgiler yanlış değildirler, çünkü onları yazanlar
veya yazdıranlar da o zamana kadarki bilinenlerden yararlanmışlardır. Ve
nihayet şunu da unutmamak gerekir: "Çalışmayan, bozuk bir saat bile günde
iki defa doğru vakti gösterir.” Tanrı'ya ait olduğu ileri sürülen kitaplarda,
doğru olmayan, bilime ters düşen TEK BİR CüMLE bile olmamalıdır. Halbuki
yukarda belirtildiği üzere, bir sürü terslik ve çelişki söz konusudur.
Kölelik, uşaklık, efendilik gibi günümüz anlayışına ters düşen
ve insanlık onuru ile bağdaşmayan bir sürü kavramın din kitaplarında yer
alması, din kitaplarının "İlahi" yönü konusunda şüpheler doğurmakta,
'ırkçı' zihniyeti anımsatmaktadır.
Eşlerimiz, analarımız, geleceğimizin güvencesi olan çocuklarımızı
yetiştiren kadınlarımız! Sizlerin din kitaplarında neden “yarım” insan, ikinci
sınıf vatandaş olarak tanımlandığınız, neden hor görüldüğünüz, hatta bir
zamanlar şeytan veya büyücü olarak damgalanarak diri diri yakıldığınız, akıl ve
mantığın kabul edemediği konuların başında gelmektedir. Tanrı'nın böyle akıl ve
mantık dışı bir buyruğu olabileceğine nasıl inanabilirsiniz? Çocuklarımızın
yetiştirilmesi büyük ölçüde annelere emanet edilmiştir. Halbuki bizim
toplumumuzda kadınlar sürekli aşağılandıklarından, kendilerine güveni olmayan,
aşağılık duygusu içinde bocalayan, zavallılaştırılmış, hatta düşünmesi
yasaklanmış bir kesimimizi oluşturmaktadır. Siz hiç morali sıfır olan, ama
kaliteli oyunculardan oluşmuş bir takımın, kalitesiz ama morali iyi bir takım
karşısında başarı kazandığını gördünüz mü? Peki biz, aşağılık duygusu içinde
yetiştirilen, kendilerine güven duyguları kasıtlı olarak yok edilmiş
kadınlarımızdan ne bekleyebiliriz? Az gelişmiş bir ülke olarak, çok hızlı bir
şekilde kalkınmamız, ilerlememiz gerekirken, “yarım insan" gücümüzle, dört
nala koşan, ilerleyen toplumlara nasıl yetişebiliriz? Birileri toplumumuza,
bilinçli veya bilinçsiz olarak, bir 'sosyal hastalık virüsü mü’ bulaştırıyor?
Çıkarcı zihniyetliler ve onların uşakları, insanları aklını
kullanmaya, mantıklı düşünmeye, doğruyu bulmaya, gerçekleri görmeye çağıran BU
TÜRDE yazıları hemen yasaklamakta, bırakın bunları okuyup üzerinde düşünmeyi,
ellerine almayı bile 'büyük günah· olarak ilan etmektedirler. Bunları
yazanları, söyleyenleri şeytanla işbirliği ile suçlayıp, haklarında ölüm
fermanı çıkartmaktadırlar. Neden din kitaplarını tenkit edenler,
dinsizlik- kafirlikle suçlanıp, haklarında ölüm fermanı çıkarılır? O
fermanı çıkarmaya kim kimi yetkili kılmış? Aynen bir mafya babasının kendisine
engel olanları "uşaklarına" öldürtmesi gibi, çıkarlarının tehlikeye
girdiğini gören 'yahudi zihniyetliler, yani çıkarcılar", hemen tehlikeyi
sezip, bu dürüst ve Allah'ın gerçek mesajlarını duyuran insanlar için 'ölüm
fermanları' çıkarırlar! Kim acaba gerçekten Allah'a daha yakın ve O'nu daha iyi
anlıyor, yorumluyor? Gerçek bilim adamları mı, yoksa çıkarcılar veya yobazlar
mı? Acaba şeytanla işbirliği yapan, yobaz din adamları mı, yoksa gerçekleri ve
sadece gerçekleri, Tanrı'nın gerçek mesajları olan bilimsel gerçekleri araştırıp,
onları ortaya koyan, sahtekarların yalanlarını yakalayıp halkının
kandırılmasına engel olmaya çalışan bilim adamları ve akıl mantık sahipleri mi?
Şimdiye kadar kimlerin söyledikleri yanlış çıktı; "Dünya düzdür', 'Dünya
evrenin merkezidir, Güneş Dünya'nın etrafında döner', ·Ay'a gidilemez",
·Gökkubbe delinemez·, "Evrim yoktur', ‘insan çamurdan yaratılmıştır·,
·Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur, öküz kafasını salladıkça deprem
olur·, "falan yerde insanlar kötü yola düştüklerinden, Allah onları cezalandırdı,
bu felaket onun için oldu” vs. vs. diyen din adamları mı doğruyu söylüyorlardı,
yoksa ölümle tehdit edilmelerine rağmen Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü;
Yeryüzünde hayatın önce denizlerde çok ilkel yaratıklarla başladığını, sonra
gittikce daha karmaşık yapılı organizmaların oluştuğunu, karalarda hayatın
çok daha sonraları geliştiğini, canlılar arasında bir evrimin söz konusu
olduğunu; Depremlerin dünyada belirli yerlerde çok yaygın olduğunu, bu tür
doğal felaketlerin belirli kurallar çerçevesinde geliştiğini vs. vs. ortaya
koyan bilim adamları mı doğruyu söylüyorlar? Saklayacak - gizleyecek - örtecek
bir yönü olmayanlar, toplumun her türlü bilgi ile donatılmasına, her türlü
fikri tartışmasına, aklını ve mantığını kullanmaya çağrılmasına neden karşı
çıkarlar? Neden her türlü dinsel konunun açıkca tartışılmasından yana değildirler?
Tanrı'sal bir din kitabının hiç saklanacak - gizlenecek bir yönü olamaz; her
tür eleştiriye dayanabilir nitelikte olmalıdır. "Barika-i hakikat
müsademe-i efkardan doğar”. Doğruya ulaşmanın yolu şüphecilikten geçer. Her
türlü olasılık değerlendirilmelidir. Şayet birisi, "ben ne diyorsam ona
inanacaksın, sakın dediklerimden şüphelenmeyesin, yoksa … gibilerden tehdit
yoluyla taraftar arıyorsa, mutlaka bir "gizleyecek" yönü vardır.
Sayın din adamları gerçekten dürüstlük ve doğruluktan yana
iseler, o zaman tehdit - idam fermanı gibi yobazlıklardan vazgeçip, gerçek
bilim adamları ile açık açık tartışırlar. Gerçeklere ve doğrulara ancak böyle
ulaşılır. Ama bir konuda tartışabilmek için o konuyu bilmek gerekir. Ama nerede
biyoloji, ekoloji, antropoloji, astrofizik, genetik, jeoloji, jeofizik,
biyokimya, fizyoloji, anatomi vs. vs. bilen - ama gerçekten bilen ve
araştıran- din adamları? Bunlardan anlamayan din adamları ile nasıl tartışılır?
VII- SAPLA SAMANI AYIRT EDEBİLMEK
Bu gün ülkemizde, sapla - samanı ayırt edemeyen, kafası
çelişkili düşüncelerle karmakarışık bir insan topluluğu bulunmaktadır.
Üniversite gençliği dediğimiz, aydın - uyanık - araştırıcı olması gereken bir
kesim, doğru - dürüst bir kompozisyon yazamayacak, basit sentez ve analizleri
yapamayacak kadar zekaları köreltilmiş bir parçamızdır. Ya onları eğitmek -
öğretmekle yükümlü olan öğretmen ve öğretim üyesi kadromuz? İstisnaları olmakla
beraber, maalesef onların çoğunluğu da ötekilerden çok daha iyi değil;
mantıksal bir irdelemeyi sonuna kadar çelişkisiz bir tarzda götürüp, bir neden
sonuç ilişkisine varabilen ve ona göre davrananları yok denecek kadar az.
Onların da kafalarındaki düşüncelerin birçoğu birbiriyle çelişki içinde; onlar
da maalesef bu çelişkileri ortadan kaldırmaktansa, onlarla beraber yaşamayı
yeğliyorlar, yani yarı aydınlar! Peki neden?
Dinsel kökenli toplumsal baskılar, akıl kullanmayı, mantıklı
düşünmeyi sınırlarsa, insan beyinlerinde (şantajla da olsa) şartlanma
yerleştirilmişse, yani insanların beyinlerine ambargo konulmuşsa, o insanlar
ancak günlük alışılmış işleri yapabilirler, bunun dışına çıkamazlar.Ya din
adamlarımız? Bir kere onların çoğunluğu daha Kuran'ı okuyup anlayamamışlar; ama
ezberlemişler! Diğer taraftan peşin olarak önyargılı bir yaklaşımla - yani •
Kuran Allah' ın kitabıdır, onda ne yazılıysa doğrudur" ön yargısı ile -
konuya yaklaştıklarından, aşağıda VIII. bölümde anlatacağım aklını deveye
takmış avcı misali, başka hiç bir şeyi gözleri görmez, akılları kabul edemez
durumdalar. Her şeye "takdir-i ilahi” deyip, mantıksız da olsa her şeyi kabulleniyorlar,
veyahut “insanlar artık yoldan çıktı, kadın - kız başı açık, çırıl-çıplak
geziyor, bu felaket bunun için başımıza geldi" mantığı ile olayları
açıklamaya çalışıyorlar. Ama ne başkaları, ne de kendileri şu soruyu akıllarına
getirmiyorlar: Yıllardır İsveç, Norveç, Almanya, Polonya vs. gibi
ülkelerde kadınlar- kızlar neredeyse anadan doğma dolaşıyorlar, ama oralarda
insanların başına böyle felaket gelmiyor. Ama bizim ülkelerde felaket eksik
olmuyor. Halbuki bizim inancımıza göre oralarda taş-taş üstünde kalmamalıydı.
Acaba bu işte bir 'bit yeniği' mi var? "Takdir-i Ilahi" kaçamağı
züğürt tesellisidir.
Ama biz buna layık değiliz; bizim ulusumuz birçok defa doğru
çözüm ve çıkış yollarını bulmuş ve kurtulmaya çalışmıştır. Ama karanlık güçler
”çıkarcılar ve torunlarının geleceğine ipotek koyanlar” dinsel duyguları kötüye
kullanarak, bu yeni girişimleri balatalamışlardır. Atatürk devrimlerinden ne
zamandan beri taviz veriyoruz? Köy Enstitüleri kapatılmasaydı bu günkü gençlik
ve öğretmen kadromuz böylesine yeteneksiz mi olurdu? Kimler bu enstitüleri
kapattırdı ve kimler senelerdir imam-hatip okulları açtırıyor? Bu imam-hatip
okullarında neler öğretiliyor, müsbet bilimler mi, yoksa akıl ve mantığın
dışlandığı şeyler mi? Biz kimlerin oyununa geldik acaba?
Din kitaplarında, Allah'ın her şeyi insanlar için yarattığı
vurgulanır. Bunun sonucu insanlarda aşırı bir bencillik duygusu gelişir ve
insanlar acımasızca ve bilinçsizce bir doğa tahribatına girişirler. Ormanlar ve
yeşil alanlar yok edilir, deniz sahilleri ve dere kenarları veya yatakları
parsellenir. Ama doğa ve Allah affetmez, günü gelir insanlar bu yaptıklarının
bedelini çok ağır öderler. "Dünyamızı koruyalım” sloganının yavaş yavaş
yerleştiği günümüzde, din faktörünün bu yönünü de. iyi değerlendirmemiz
gerekir.
Türk-islam sentezi değil, Bilimsellik-Akılcılık sentezi gerçek
yoldur. Şimdiye dek kandırıldığımızı artık görüp-anlama zamanı geldi. Artık
insanlarımız, yaşamı ve düşünce dünyasını tümüyle etkilemiş olan bu yanlış
temele oturtulmuş adet ve geleneklerimizden, kadercilikten, kısmetçilikten,
uyuşukluktan, ataletten kurtulup, dinç, dinamik, akılcı, çalışkan bir şekilde,
Allah'ın gerçek yolunda, akıl ve mantık yolunda, bilim yolunda ilerlemelidir.
Bakın dünya devletlerine. Kimler ilerliyor İslam ülkeleri mi, katı
hırıstiyanlık Kurallarının geçerli olduğu Orta ve Güney Amerika ülkeleri mi,
Afrika ülkeleri mi? Yoksa din yerine bilimselliği rehber edinmiş ülkeler mi?
Yobazlığa son, insanlığa dön - çağrısı
Evreni ve tüm alt sistemlerini yaratan Allah'ın, yarattıkları
ile direkt ilişki kurmak için peygamberlere, imamlara veya papazlara ihtiyacı
mı olur? Kandırılmış, aldatılmış ve gerçekleri göremeyecek kadar şartlandırılmış
insanlarımız! Artık beyninizdeki o "şartlanma kafesini” kaldırın. Allah'ın
bize bahşettiği en değerli organımızı, beynimizi, en iyi şekilde kullanıp
işletmesini öğrenin. "Falanca dinimize, Peygamberimize karşı çıkmıştır,
katli vaciptir vs. 'gibi şartlanmış kişilerin sözleri, Allah'ın görev alanına
müdaheledir; çünkü can vermek ve almak O'na aittir. Böyle yobaz kişilerin
sözlerine kananlar, kiralık katiller gibidir. Zorba bir adamın veya mafya
babasının yanında, onun uşaklığını “vur” dediğini vurup, as dediğini asan,
kafasını vicdanını kullanamayan, köpekleşmiş yaratıklardır. Onlar insan bile
değildir. insan, aklını ve mantığını kullanabilendir. Aklını kullanamıyorsan, diğer
hayvanlardan farkın ne?
Ey insanlar, yaptıklarınızda ve yapacaklarınızda, sadece
bugününüzü ve kendinizi değil, geleceğinizi ve torunlarınızı da düşünün.
Onların sizi nasıl anmalarını ve hatırlamalarını istersiniz?
- Günah, Allah'ın gerçek buyruklarına, yani bilimsel verilere
karşı gelmektir!
- Günah, Allah'ın en mükemmel eserlerinden olan beyni dışlamak,
Akıl ve mantığa uymayan işleri yapmaktır!
Öyleyse, günah işlemeyin sevgili din kardeşlerim!
VIII- MİLLİ VE MANEVİ DEĞERIER YUTTURMACASI
“Milli ve manevi değerler” diye bir slogan tutturmuş gidiyoruz.
Toplumumuzda yanlış temellere oturtulmuş bir sürü gelenek, görenek kuralı var.
Bilimsel düşünce tarzıyla bağdaşmayan bu tür kurallar, toplumumuzun
gelişmesini, bireylerinin üretken, yeni düşünceler buluşlar ortaya koyucu
olmalarını engellemekte, yani bir diğer ifade ile, insanlarımızın düşünme
yeteneği sınırlanmakta, beyin-faaliyetleri “psikolojik hapse” mahkum
edilmektedir. Söyle bir örnek vereyim: “cenabet olarak dolaşmak günahtır, öyle
dolaşan insanın işleri iyi gitmez, başına uğursuzluk gelir” şeklinde bir inanç toplumumuzda
yaygındır. Şimdi tatlı bir rüyadan sonra yıkanma olanağı bulamayan bir genç,
bütün gününü ruhsal bir bunalım içinde geçirir. İşlerinin iyi gitmeyeceği
korkusu ve başına ne zaman kötü bir şey geleceğinin bekleyişi içindeki bu
gençten hangi olumlu iş beklenir? Böyle bir “milli, manevi değerin"
toplumumuza yararı mı çoktur, zararı mı? Sol tarafından kalkmak günah; Kitapta
yazılanlardan şüphe etmek günah; başını açmak günah; şunu yemek günah, bunu
içmek günah; resim, heykel yapmak günah; televizyon izlemek günah; kadına,
erkeğe bakmak günah; vs. vs.. Halbuki bu yasakların çoğu doğal, biyolojik
gereksinimlerdir. Bir taraftan bu doğal gereksinimlerin iç-dürtüsü, diğer
taraftan günah işleme korkusu insanları ikircikli, dengesiz bir ruh haline
sokar; huzursuz bir yaşam başlar. Sonuç toplumun çoğunluğunun riyakarlaşması,
insanların kendilerine saygılarını yitirmeleridir. Kendisine saygısı olmayan
kişi, topluma karşı görevlerini hiç yerine getirmez. Her türlü hırsızlık,
dolandırıcılık, vergi kaçırma, vs. gibi toplumsal problemler gittikçe artar.
Bireylerinin çoğu böyle olan toplumdan, artık siz ne bekleyebilirsiniz? Böyle
toplumlar artık sağlıksız ve umutsuzdurlar. Neyin sonucu olarak? "Milli ve
manevi değerler” diye sıkı sıkı sarıldığımız bu tür akıl ve mantığa ters
alışkanlıklarımızın sonucu olarak!
Bu tür "milli ve manevi” değerlerimizin çoğu ise dinsel
kökenlidir. Alışkanlıklardan kopmak, kurtulmak zordur. Kumarın kötü olduğu,
sigaranın sağlığa zararlı olduğu bilinir, ama yine de çoğumuz onlardan
vazgeçemeyiz. Hele bazı alışkanlıklarımızın temelinde dinsel duygular varsa,
bunların zararlı olduğunu anlayabilmek çok büyük cesaret ve zeka ister. Çünkü
şüphelenmek bile çok büyük günah sayılmıştır. Çünkü kişilerin beyinlerine
"ambargo” konulmuştur. Beyin istediği gibi özgürce düşünüp, doğruyu -
yanlışı ayırt etme hakkından yoksun bırakılmıştır. Beynimiz Allah'ın bize
verdiği en degerli organımızdır. Tanrı'ın bahşettiği bu değerli organı
gerektiği şekilde kullanmamak, Tanrı' ya karşı bir saygısızlık değil midir?
Tanrı eğer istemeseydi, o beyni bize verir miydi? Öyleyse bu akıl ve mantıkla
bağdaşmayan dinsel kökenli "manevi" değerlere böylesine körü-körüne
bağlılık neden? Hala kandırılmış olabileceğimiz neden aklımıza gelmiyor?
Gelemez, çünkü senelerdir öyle şartlandırılmışız, ve her gün sohbetlerde,
radyoda, televizyonda aynı önyargılarla donatılıyoruz. Bu tür şartlandırmanın
ne olduğunu anlatabilmek için, affınıza sığınarak, biraz müstehcen de olsa şu
fıkrayı vermek istiyorum:
Afrika'da uzun süreli bir ava çıka bir yabancının, bir-iki hafta
sonra, cinsel arzuları dayanılmaz boyutlara ulaşır. Kılavuzlarına konuyu açıp,
onların bu sorunlarını nasıl çözdüklerini sorar. Onların çözümü, dişi
develerdir. Kendisine çok ters gelen bu öneri karşısında avcı bir kaç gün
daha sabrederse de, sonunda dayanamayıp bir dişi deveyle ağaçların
arasına dalar. Devenin başını bir ağaca bağlayıp, ayağının altına bir şeyler
alarak, gerekli yüksekliği tutturmaya uğraşır. Tam sağlamışken deve kımıldar,
yerini değiştirir. Avcı tekrar pozisyonunu bulmaya çabalar, fakat deve rahat
durmaz, her defasında pozisyonu bozar. O böyle uğraşırken, çevresinde bir
gürültü kopar; bir genç kız “imdat! imdat!" diye bağırarak, iki
adamın takibinden kurtulmaya çalışmaktadır. Devenin iki de bir
kıpırdamasından dolayı zaten çok sinirlenen avcı, bir de bu gürültü çıkınca,
tüfeğini kaptığı gibi, kovalayan iki adamı cansız yere serer. Kurtulan kız,
büyük bir sevinç içinde avcının önünde diz çökerek, "Efendim, beni
kurtardınız, size hayatımı borçluyum. Her şeyimle emrinize amadeyim. Dileyin
benden ne dilerseniz!" der. Avcının isteği şu olur: “Şu devenin başını tut
da, kımıldamasın".
Evet, insanlar şartlandıysa, gerçekleri görmeleri zorlaşır.
Gerçekleri görmek, doğruları yanlışlardan ayırt edebilmek için, önce
önyargılardan ve şartlanmalardan kurtulmak gerekir. Bu konuyla ilgili olarak
üzerinde durulması gereken diğer bir husus da şudur: Cinsel konularda
geleneksel tutuculuk ve tabular toplumumuzda derin kökler salmıştır. Ama bu
tabuları koyanlar ve tutuculuğu savunanların kendileri bu kuralları en çok
çiğneyenlerin başında gelirler. Kadınlara - kızlara bakmak günahtır, denir. Ama
peygamberlerden -halifelerden alın, şeyhlerine - imamlarına kadar (ve de tabii
tüm diğer erkekler) hepsi bakar. Çünkü bu doğal, biyolojik bir olaydır. Diğer
taraftan müritlerinin kadınlarını - kızlarını kullanmayan şeyh - imam
yoktur demek pek yanlış sayılmaz. En büyük cinsel ahlaksızlığı onlar ortaya
koyarlar, çünkü olayı sinsice ve de kendilerine inanmış kişilerin güvenlerini
kötüye kullanarak yaparlar. Ve saf, dindar insanlar bunun, ya farkına varmazlar
veya fark etseler bile, mantıklı düşünme yetenekleri yok olduğundan, ya
intihara kalkarlar, ya delirir, sapıtırlar, ya tevekkülle içlerine atıp, sineye
çekerler.
İnsanlık tarihi süresince YÖNETICILER önce aile mertebesinde,
sonra aşiret mertebesinde, daha sonraları ise devlet veya imparatorluk gibi
büyük ölçekte insan topluluklarını yönetmeye çalışmışlardır. Yönetilen toplumu
emir altında tutmaya yönelik olarak ne gerekiyorsa yapılmıştır. Bu arada sel,
kuraklık, deprem, volkan patlaması, kıtlık vs. gibi her tür doğal olay dinsel
baskı aracı olarak kullanılmıştır. Günümüzde teknolojik gelişimler Dünya'yı
'küçültmüştür'. Eskiden kıtalarla, dağlarla, denizlerle sınırlanıış devletler
veya yönetilen toplumlar varken, günümüzde "çok uluslu şirketler"
kanalıyla bir çok ulus, hatta tüm Dünya yönetilmektedir. "Süper
Devlet" kavramı artık hiç birimize yabancı değildir. "Süper
Yöneticiler" belirli toplulukların, geri kalmış düzeyde, kolay
yönetilebilir şekilde kamıaları için, özellikle dinsel duyguları alet etmekte,
“milli ve manevi değerlere sahip çıkmak" gibi, kendilerinin hiç değer
vermediği, ama az gelişmiş ulusların kullanmasına devam etmelerini istedikleri,
adetlerle ve geleneklerle “şartlandırılmış" şekilde yaşamlarını
sürdürmelerini özenle destekliyorlar. Bizler T.C. vatandaşları olarak bu
oyunları artık görmeliyiz. MİT elemanlarının maaşlarını hangi devlet niçin
ödemiş? Rabıta örgütü Türk vatandaşlarına neden maaş bağlamış? Beş kuruşun bile
bedava verilmediği bir dünyada, bu bonkörlük niye? Arap ülkeleri, İran veya
U.S.A. neden belirli akımları desteklerler?
Atatürk'ün devrimleri neden kötülenir? Bir Türk vatandaşı, nasıl
olur da Atatürk için “Resmi tarih yalan söylüyor. Atatürk bizim için pek bir
şey yapmadı! O bir diktatördü, Müslümanları cepheye gönderdi. O savaş gerçekte
bir kurtuluş savaşı değildi; O çok utanç verici şeyler yaptı” gibi, ulusumuzu
parçalanmaktan, Yunan, İngiliz, Fransız, Amerikan sömürgesi yapmaktan kurtarmakta
öncülük etmiş bir büyük evladını böyle nankörce kötüler? Bu kişileri kimler
nasıl kandırmış, acaba hiç düşünülüyor mu? Bunlar kimin uşağı? Kimler 'uşak'
olur, yani kolayca kandırılıp başkalarının yararına hizmet eder? Akıl ve
mantığın dışlandığı ve kendisine saygısını yitirmiş bireylerden oluşan bir
toplumda bireyler kolayca kandırılabilirler. Bir ulusun en büyük sermayesi iyi
yetişmiş. kendine saygısı ve güveni olan bireyleridir. Böyle bir ulus hiç bir
güçle sindirilemez!
IX- EGİTİM VE ÖĞRETİM SİSTEMİMİZ
Eğitim - öğretim sistemimiz yeniden gözden geçirilmeli. Doğru -
yanlış, iyi - kötü gibi kavramları iyi tanımlayıp-sınıflayıp, olayları tüm
bilimsel çıplaklığı ile görüp, hiç bir tabu veya yasak ardına sığınmadan, yasa
- yönetmelik veya geleneklerimize dahil etmeliyiz. Değer yargılarımız
çarpıktır. Dürüst, kendi alın teri ile bir yere ulaşma çabası içindeki
insanların enayi olarak; ama, vergi kaçırarak, sahtekarlıkla, dolandırıcılıkla
vs. ile servet sahibi olanların ise 'saygın' kişi olarak değerlendirildiği bir
toplumun “değer yargılarının” sağlıklı olduğunu iddia edebilir misiniz? Tüm
düşünce ve değerlendirme sistemimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Ancak o
zaman, ne bizim içimizdeki uyanıklar bizi bu kadar sömürebilir, ne de dışımızdaki
"uyanıklar" devletimizi böylecesine sömürür. Gerçekler böyledir, bu
böyle biline! Kişileri nasıl tanımalı, değerlendirmeliyiz, ulusları nasıl
tanımalı ve değerlendirmeliyiz, işte bunlar da öğretilmeli. Tüm egitim-ögretim
sistemimiz sıfırdan ele alınarak yeniden düzenlenmeli; çünkü, tüm değer
yargılarımız, olaylara bakış açımız, düşünme ve davranış tarzımız yanlış bir
temele, yani bin yıllık bir kandırılmışlığın üzerine oturtulmuş! Böyle bir
yanlış temel üzerine hiç sağlam bir yapı oturtulabilir mi?
Sömürülmüş, aldatılmış bir toplum olmaktan kurtulup, bizi
sömürmeye çalışan dış güçlere karşı içte birlik olup, birlikte karşı
koymalıyız. Şu anda biz, kendi içimizde birbirimizi aldatmakla meşgulken,
yabancılarca çok daha büyük çapta aldatılıyoruz. Yani, kendi evinde
çoluk-çocuğunu döven, ama dışarda kendisi hep dayak yiyen kabadayı gibiyiz.
Bunun yolu, kendine güven duymaktan geçer. Güven ise, akıl ve mantığını
kullanmasını bilenlerde, yani zekasını geliştirenlerde olur. Akıl ve mantık
kullanılmasını dışlayan, “böyle soruları düşünmek, akla getirmek günahtır”
mantığı ile giden toplumlarda, zeka gelişmesi değil, zeka gerilemesi görülür;
bu günkü durumumuz buna örnektir.
Ezbercilik, 'evet-efendicilik' sistemi içinde; beynimizin
'yasak-günah' kafesi içine alındığı bir sistemde, kendine güven duygusu olan,
yaratıcı ve bir şey başarma hırsı ile dolu, çalışkan insanlar yetiştirmek
mümkün değildir; orada ancak, kendine güveni olmayan, 'bizden bir şey olmaz',
'biz bir şey başaramayız' gibi aşağılık duyguları içinde yüzen insanlar
yetişir. Düşmanlarımızın istediği de zaten budur, ve bizi bu duruma
getirebilmişlerdir. Ama biz hala kafamızı kumdan çıkarıp gerçeklerle yüz-yüze
gelmekten korkuyoruz. İçimizde o kadar 'sosyal virüs' var ki, her türlü olumlu
adım anında o dış kaynak uşağı 'virüslerce' bastırılmaya çalışılıyor.
Hep eskiyle övünürüz, lbni Sina'larla, Ömer Hayyam'larla,
Farabi'lerle, vs. .. Peki ya son 300-400 yıl içinde hiç çok büyük bir bilim
adamı çıkardık mı; veyahut tüm islam alemi çıkardı mı? Hayır! Hep daha eskiyle,
500 veya 1000 yıl öncesiyle avunuruz. Neden acaba? Nedeni gayet açık:
üç-dört asır öncesine kadar Hırıstiyanlık alemi çok katı bir ”yobazlık"
dönemi içindeydi; dine veya din adamlarına karşı gelen, diri diri yakılıyordu.
Onlara oranla islam alemi daha hoşgörülü ve aydınlıktı. Yani koyunun olmadığı
yerde, keçi misali. İşte, o nedenle eskiden islam aleminden, o zamana göre
dünya çapında bilim adamları çıkmış; ama bunların da dindar kişiler olduğu
söylenemez, Ömer Hayyam'ı düşünsenize!
Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet- i Ala meyhane midir?
Her Müslümana iki Huri diyorsun,
Cennet- i Ala, kerhane midir?
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?"
Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi
Neden ölüme mahkum eder hepsini?
Yaptığı güzelse neden kırıp atar
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?
Ama bugün, hırıstiyanlık alemi "rönesans ve reformlla bu
karanlık yobazlık dönemini aştıktan sonra (yani diğer bir ifadeyle,
akıl-mantık erbabı kişilerin sayısı ve gücü, yobaz dinsel zihniyetlilerden daha
baskın çıktığı günden beri), kendi içinde, akılcı - hümanist - hoşgörülü ve
özgürlükçü bir sistem kurduktan sonra, bilim ve teknolojide dev adımlarla
ilerlemekte, tüm dünyayı etkisi altına almaya ve yönetmeye çalışmaktadır. Bizim
gibi, zavallı-geri kalmış ülkeler insanları da, ara-sıra bir batılı
“uyanık" müslüman oldu diye, olayların perde arkasını araştırmadan.,
dinimizle övünürüz. El gider Mersin'e, biz gideriz tersine! Eller, insanlarını
araştırıcı - akılcı - atılımcı şekilde yetiştirmek için çabalarken ve de,
bizim, akılcı-mantıklı oldukları, düzeni tenkit ettikleri için kovduğumuz
insanlarııızı alıp, onların beyin gücünden yararlanırken; biz akıllılarımızı
böylece kovarak - küstürerek elden çıkarıp veya dışlayıp, 'evet-efendimci',
'siz daha iyi bilirsinizci', karaktersiz, kaypak, yağcı, yardakçı bir
çıkarcılar topluluğu “kişisel olarak köşeyi dönmeyi, toplumsal olarak
dünya ülkeleri arasında köşeyi dönenler arasına katılmaya yeğleyenler
topluluğu” olmaya doğru adım-adım "geriliyoruz". O kadar bencil,
ilerisini görmeyen (veya görmek istemeyen) bir insanlar topluluğuna dönüşüyoruz
ki, "gününü gün et", 'gemisini yüzdüren kaptandır",
"rüzgara göre yelken aç", 'benden sonra tufan" misali, günlük
kişisel ve ailesel çıkarlar uğruna, çocuklarımızın-torunlarımızın geleceğini
ipotek ediyoruz. Bunun ana nedeni de, bu bin yıllık kandırılmışlığın yarattığı
kendine güvensizlik duygusudur. Asırlardır süren dinsel korku ve baskı sonucu,
toplumsal düşünce tarzımız öylesine ürkekleşmiş, uyuşturulmuş: akıl ve
mantığımız öylesine körleştirilmiş ki, toplumumuz öylesine aptallaştırılmış ki,
gerçekleri görebilecek, görse de söylemeye cesaret edebilecek ne cesaretimiz
kalmış, ne de yeteneğimiz. Halbuki, kendimize güvenimiz olsa: daha rahat
olacağız; daha uzun vadeli planlar yapacağız; kişisel ve kısa vadeli
hesaplardan vazgeçip, torunlarımızın geleceğini güvence altına almayı planlayacağız;
yani bencilliğimizi frenlemesini öğrenip, daha toplumcu davranacağız. Yani
DEMOKRATİKLEŞECEĞİZ.
X- TOPLULUKLARDA ALDATMACA - KANDIRMACA
Doğada kandırmaca çok yaygın bir olaydır; bir bitki diğer bir
bitki veya hayvanı, bir hayvan diğer bir hayvan veya bitkiyi aldatma
çabası içindedir. Canlılar arası bu aldatmaca veya sahtekarlığın güzel
örnekleri bilinir. , Bunlardan bir-iki tanesini burada kısaca özetlemek
istiyorum.
Kukuk kuşları, civcivlerini kendileri bizzat kuluçka yatarak
çıkarmazlar. Bunlar o kadar yeteneklidirler ki, otuz küsur çeşit türde kuşun
yuvalarına, onlarınkilere benzer şekilde yumurtlayarak, o kuşların kuluçka
yatmaları sayesinde, kendi civcivlerinin de ortaya çıkmalarını sağlarlar. Hatta
bazen yuva sahibi kuşun kendi yumurtalarını yuvadan aşağı atacak kadar da
haince davranırlar.
Zambak türü bir çiçeğin, nektarı olmadığı halde, döllenmesini
sağlamak amacıyla, çok uzun hortumlu bir arı türünün dişisinin kokusunu
yaydığı; o arının da bu kokuya kanarak o çiçeğe konup, o kokunun sarhoşluğu
ile, eklemlerine o çiçeğin tozlarını bulaştırıp, bir diğerine aktardığı da
bilinenler arasındadır.
Yine, bir küçük boylu bir sarı karınca türünün kraliçesinin, bir
tür kara karınca yuvasına giderek, “Kraliçenizi öldürün, o sizin gerçek
kraliçeniz değil" mesajını içeren bir koku yaydığı; kara karıncaların
kraliçelerini öldürmeleri üzerine de, onun yerine geçerek, kendi yumurtalarını
onun yuvasına bırakıp, kara karıncalara beslettiği bilinir.
Doğadaki bu tür olaylar, canlıların genlerindeki komutlardan
kaynaklanır. Genlerdeki bir çok komut, bir çok canlıda ortaktır. Canlılar arası
ortak gen sayısı, evrimsel akrabalık ilişkisi derecesiyle orantılıdır. Ne kadar
yakın bir akrabalık varsa, ortak gen sayısı da o derece fazladır, Yani
insanların bir çok genleri, diğer bir sürü hayvanla ortaktır. Bu nedenle
insanlar çok değişik derecelerde olmak üzere, çok degişik türlerde davranışlar
gösterebilir. Sahtekarlık ve kandırmaca canlılar aleminde yaygın olduğuna göre,
insanların da bundan nasibini almaları doğaldır. Her insanın içinde, her
birinde değişik derecede olmak üzere, kandırmaca duygusu da mutlaka vardır. Ama
bazı insanlarda bunun derecesi epey fazladır. İşte, “uyanık”lığı, "saf”lığından
fazla olanlar, diğerlerini hep aldatmaya çalışırlar, onların sırtından
geçinmeye uğraşırlar. Bu bireysel bazda böyle olduğu gibi, toplumsal bazda da
böyledir. lsrailoğullarının kutsal kitapları Tevrat'da bizzat itiraf ettikleri
üzere, İbrahim Peygamber, çıkarları uğruna karısını bile pazarlamaktan kaçınmamıştır.
Bazı insanlar çıkarlarını her şeyden üstün tutarlar; onların, çıkarları uğruna
feda etmeyecekleri şey, söylemeyecekleri yalan, aldatıp-kazıklamayacakları
insan yoktur.
Bu türde insanlar, herhalde yahudi toplumunda daha yaygındırlar
ki, bu tür düşünce tarzına “yahudi zihniyeti, veya çıkarcı zihniyeti"
denir. “Cıkarcı zihni!yetli” insanlar her toplumda bulunur. Bu tür insanlar
çıkarları için dünyayı ateşe bile verebilirler; nitekim dünyadaki savaşların
çoğu bu yüzden çıkmıştır. Siz siz olun, çevrenizdeki insanları iyi tanıyıp
değerlendirin, başkalarının dediği ile hareket etıeyin. Peygamberlerinizi de
iyi tanıyın, size onların sadece iyi yönleri tanıtılmış olabilir; yukarıda
kutsal kitaplar özetlenmiştir; o bilgileri iyi değerlendirin ve bu bilgileri
değerlendirirken, şu soruya da bir cevap arayın: Tüm dünya ve evreni
yaratan bu BüYüK GüC'ün, yarattıkları ile doğrudan iletişim kurması için bir
"aracıya' ihtiyacı olur mu? Ve Allah bize bu 'beyni' neden verdi? Bu
yazılanların da doğru olup olmadığını kontrol edin; ama bizzat kendiniz kontrol
edin.
Bu böyleyken, çıkarcı zihniyetlilerin diğer insanları ve
toplumları kandırmaya çalışmasını bu açıdan değerlendirip, akıl ve mantığımıza
sahip çıkıp kandırılmamaya uğraşmalıyız. Günlük yaşantımızda da öyle, kaç kez
politik kandırmacalara alet olduk? Hangi yakın dostunuzdan, hatta
kardeşinizden, kişisel çıkar söz konusu olduğunda, kazık yemediniz?
Enflasyon nedir? Bence enayilik vergisidir. Hakkını alamamaktır.
Aptallaştırılmış toplumların, veya insanların sırtından, uyanıkların yolunu
bulmasıdır.
Görüyorsunuz ki, bizim toplumumuz da, bir çok diğerleri gibi,
'bir İsrailoğulları oyununun' kurbanı olmuştur. Hem de bir "çifte
sarma" ile: bir taraftan çeşitli sihirbaz numaraları + doğal olayların ve
afetlerin değişik yorumlanmaları ile insanların aldatılması; diğer taraftan
"bize inanmazsan veya şüphelenirsen, cehennem ateşi" şantajı. Ve öyle
bir düzen kurulmuş ki, her gün veya her hafta, düzenli bir şekilde bir 'beyin
yıkama' merasimi ile insanların uyanmaları, akıl ve mantıklarını kullanabilme
alışkanlığı kazanmaları engellenmiş; halk çoğunluğu öylesine 'robotlaştırılmış'
ki, akıl ve mantığını kullanmaya kalkan herkes toplum içinde bir cüzzamlı gibi
görülüp, yobaz din adamlarınca 'şeytan' diye damgalanıp, çeşitli şekillerde
suçlanmış- dışlanmış-cezalanmış. Yani 'kraldan çok kralcı olmak' veya 'vur
deyince öldürmek' gibi bir durum ortaya çıkıış. Düşünün, biz başka soyların
evlatları, sami ırkından (Yahudi ve Araplardan) daha fazla onların
öğretisini savunur olmuşuz!
Peki, şimdiye kadar bu 'aldatmaca'yı farkeden olmamış mı?
Elbette olmuş; Ömer Hayyam'lar, Pir Sultan Abdal'lar, ve daha niceleri. Onlar
epey tohum ekmişler, fakat "kara eller" derhal bu tohumların hemen
yok edilmesi, çoğalmaması için ne gerekiyorsa yapmışlardır. İçimizde, bilerek
veya bilmeyerek, bu "kara mihrak"lara uşaklık eden sayısız insan
vardır. Aman dikkat edin, Allah"ı yanlış yorumlayıp - tanıtan bu çıkarcı
zümresinin ve onların uşaklarının aldatmacalarına ve de SANTAJlarına gelmeyin!
Şimdi, uzay çağına girdiğimiz bu asırda, yeni bilimsel bulgular
ve gelişmeler, bu ÇIKARCILAR - SAHTEKARLAR mafyasının oyununun bozulmasını, saf
düşünceli halkımızın bunun farkına varabilmesini mümkün kılacak yeni ve ap-açık
deliller ortaya koymuştur. İşte "gökkubbe" terimi ve uzaya
gidip-dönen uydular! Bunlar açık-seçik yukarıda anlatıldı, ve belli bir yaşın
üzerindeki insanlarımız bu olayları hala hatırlarlar. Ama nedense, "çevir
kazı, yanmasın” misali, bu taze olaylar bile unutturulup, üzerine sünger
çekilmek isteniyor, ve de halkımız bu olayı neredeyse unuttu. Evet, saf ve
temiz düşüneceli din kardeşlerim; İLAHı GüC'ü yanlış tanıtan, doğal olayları
çıkarcı zihniyetlerine alet ederek saf, temiz insanları sömüren bu ÇIKARCILAR -
SAHTEKARLAR mafyasına karşı başlatılan bu mücadelede, Tanrı 'nın gerçek dili
BİLİM'in yanında yerini alarak, bu yazının tüm insanlarımıza ulaşmasında
yardımcı ol. Unutma ki; günah, Allah'ın gerçek mesajları olan bilimsel bulgu ve
verileri dışlamak, bunları yanlış yorumlamaktır; sevap ise Allah'ın gerçek
mesajlarının algılanıp uygulanması ve buna yardımıcı olunmasıdır. Allah yolu,
bilim yoludur! Tüm insanlarımızı, gerçeklere ve doğrulara ulaşmak üzere, bilim
yolunda seferber edelim. Allah'a ulaşmaya çalışalım ve onun bin-bir çeşit
dilinden birini çok iyi çözüp anlamaya çabalayalım. Bilimde ve onun uygulama
alanı olan teknolojide kendimizi göstererek Tanrı'ya layık olduğumuzu
gösterelim.
Kendisini toplum-sever
görenler, ulusunu-vatanını sevenler!
Akıl ve mantığa, bilime, gerçeklere ve doğruya ulaşmaya bir çağrıdır
bu!
Gerçek inanç yoludur!
Doğrular, dürüstler, sahtekarlar-çıkarcılar belli olsun! Ancak
ve ancak, böyle bir BİLİM SEFERBERLİĞİ, doğrulara-geçeklere ulaşma
seferberliği, bizi düzlüğe çıkaracak, muasır “medeniyete" yetiştirecektir.
Sayın Vatandaş,
Bu yazıyı iyice okuyup anlamaya çalışın. Şayet henüz tüm akıl ve
mantığınızı “yahudi zihniyetlilere” emanet etmediyseniz, yani beyninize ambargo
koydurtmadıysanız, bazı şeylerin farkına varıp, uyanacaksınız. Eğer burada
yazılanların doğuluğunu görüp, ikna olduysanız, bu yazının çoğaltılıp dağıtılmasına
siz de katılın. En az iki tanıdığınıza gönderin ve size en yakın caminin
imamına verip, okumasını ve buradaki görüşleri değerlendirmesini rica edin.
Hala çoğu din adamı, burada yazılanlara inanmayıp, bunu yazanın
kitapları yanlış yorumladığını iddia edecektir. O zaman onlara şunu sorun:
Daha 20 sene öncesine kadar, Gökkubbenin bir fanus gibi dünyayı
kapladığını, yıldızlara gidilemeyeceğini savunan ve ayetleri böyle yorumlayan
sizler değil miydiniz? Bir asır öncesine kadar dünyanın düz olduğunu iddia eden
sizler değil miydiniz? (Unutmayın, ekvatorda yaşayanların 12 saat, kutuplara
yakın yaşayanların 20 saat oruç tutmaları, dünyanın düz bir tabak gibi
düşünülmüş olmasındandır.) Bu geçmiş yanıltılmalarımızın ve aldatılmalarımızın
günahını kim çekecek? Ya şiımdi yanılmadığınızı nasıl savunursunuz? Geçmişe
baktığımızda, sizler yanıldınız, ama biliım adamları haklı çıktılar. Şimdi size
niye inanalım? Allah'ın gerçek dili “müspet bilimlerden" hangisine
hakimsiniz? Daha doğru dürüst okuyup anlayamadığınız, her defasında değişik
yorumlamaya kalktığınız bir kitabı nasıl doğru anladığınızı iddia edersiniz?
Bırakınız, kitapları ve olayları bilim adamları yorumlasın, ama
gerçek bilim adamları!
Haziran 2015de
yazılan bir makale
DİN-ADAMLARIMIZ BİZLERİ ALDATIYOR, İŞTE ISPATI:
“Akla karayı ayırt etme zamanı” başlıklı bu yazı, önce
Facebookta duyurulmuştur. Sonra ise, herkesi çok ilgilendirdiğinden, yetkili
kişilerin görüşünü almak için, İlahiyat
Fakültelerinden 15, Diyanet İşleri Başkanlığından yine 15 Prof. Dr bilim
adamına ve de medyada en çok konuşan Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu’na gönderilmiştir.
Halkımızın Dinsel Konularda Yönlendirilmesinde Etkili
Olan Değerli Bilim Adamlarına
Aşağıda sunulan yazıya, dinsel konularda uzman bir kişi
olarak bir görüş bildirmeniz halkımızın aydınlatılması açısından yararlı olur
düşüncesiyle, saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. İsmet Gedik
Bir insan, mensubu
olduğu toplumdaki hayat sisteminin daha iyi yönde geliştirilebilmesi konusunda
bir şeyler biliyor, buna kesin inanıyor ve bu bildiklerini topluma
duyurmuyorsa, topluma karşı ihanet etmiş olmaz mı? Mademki bir görüşün,
toplumca bilinip, uygulanması halinde, toplum daha iyiye gidecek, öyleyse, o
görüşün toplumdan saklanması veya duyurulmaması, topluma karşı bir kötülüktür.
Diğer taraftan, toplumun geleneksel düşünce ve inanç sistemi, bu yeni görüşü
kabullenmeye uygun değilse; yani bu görüş toplumun geleneksel düşünce sistemini
ve yaşam tarzını rencide edecek bilgiler içeriyorsa, o insan hemen “aforoz
edilir” ve düşman olarak görülmeye başlanır.
İşte ben bu
durumdayım. Gerçekleri yazdığımda, “Hocam bu din düşmanlığı niye” diyen
arkadaşlarımla-öğrencilerimle karşılaşıyorum. Ben dinamik sistemli doğayı
oluşturan bir Allah’ı bilimsel verileriyle tanıtıyorum, ama insanlar
yazdıklarımı okuyup-değerlendirmeden
“bodoslama” karşı çıkıyorlar.
Dinler elbette toplumsal ahlak açısından yararlı öğeler içerirler.
Ancak en temel unsur olan "tabana mı, tepeye mi?" yani dinamik
sistemli mi statik sistemli mi konusu ortaya çıkmaktadır. Kutsal kitaplar
statik sistemli bir Allah görüşüne dayanır. Yani bir şeyin yapılması, oluşturulması,
varlıkların dışındaki bir gücün “olsun” demesiyle gerçekleşir. Varlıkların, o
yapının oluşturulmasında hiçbir rolü yoktur. Bu nedenle toplumsal sistemlerin
kurallarının da, peygamber denilen elçiler vasıtasıyla gönderildiğine inanılan
bilgilere göre oluşturulması dinlerin temel özelliğini oluşturur. Halbuki
dinamik sistemde, bir şey oluşturulması, varlıkların karşılıklı ortak
eylemelerine bağlıdır. Varlıklar daha rahat bir duruma geçmek için, belli
ortaklık ilkelerinde anlaşıp, bir araya gelirler. Bu ise bilgiyle olmaktadır,
bu nedenle dinamik sistemler fiziği
“information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Dinamik
sistemde bilgiyi varlıkların kendileri oluştururlar, statik sistemde ise, “her
şeyi bilen” tepede bir varlık söz konusudur. Böyle olunca da insanlar,
"nasılsa her şey tepedeki ilahi güç sistemine bağlı” düşüncesiyle
pasifliğe yönlendirilirler. İslam aleminin geri kalmışlığı, insanların toplumu
bir ortaklık olarak görmeyip, toplum yönetimini tepedekilere bırakmasının bir
sonucudur. Halbuki, hayat tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri,
anlaşıp-uzlaşmaları sayesinde oluşur. Yani kurallar ortaklaşa alınır. Bunun
içinse, her vatandaşın, düşünmesi ve çıkarını savunacak şekilde ortaklıklar
içine girecek bir bilinçle davranmasını gerektirir.
Kutsal
kitap savunucuları Kuranda her tür bilginin Allah tarafından insanlığa
bildirildiğini savunurlar. En çok da şu örnekleri verirler: 24 Haziran 2015de
eski bir öğrencim bana şöyle yazmış:
Kur'an 1400 sene evvel bunu bile bilimsel olarak
bizlere ışık tutmuş hocam, ama Bilim, İlmin( Kur'an açısından!) gerisinden
geldiğinden 20. yy'ı beklemiş insanlık. Bilim ilerledikçe, Kur'an (ALLAH'ın )
ilmini anlamaya devam edecek, anlayacak, inkar da etseler bu gerçek
değişmeyecek .
Şimdi
bu iki örneği tek-tek irdeleyelim:
►1- Jeolojik olayları açıklamakta kullanılan
yeni bir görüş olarak 1963ten sonra ortaya atılan “Plaka Tektoniği”nin,
Kuran’da 1400 yıl öncelerinden yazılmış olduğunu gösterirler. Kanıt olarak da:
(27. Sure (Neml Suresi), 88. Ayet:
Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçişi
gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah
yapmıştır. Şüphesiz O yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.) gibi birkaç
ayeti gösterirler.
Şimdi
bu iddiayı inceleyelim.
Önce
Plaka tektoniğinden ne anlaşılması gerektiğini bir örnek üzerinde açıklayalım.
Ülkemizde (Anadolu) Kuzey-Anadolu-Fayı adı verilen bir deprem zonu vardır. Bu
fay, Sinop-Ordu-Trabzon-Rize gibi illerimizin bulunduğu Kuzey-kesimini, Ankara-
Kayseri-Malatya gibi illerimizin bulunduğu Orta-Anadolu’dan ayıran bir
yırtılma-kayma zonudur. Yanı bu hattın güneyindeki bölge (Orta Anadolu),
kuzeyindeki bölgeye (Karadeniz bölgesine) göre her yıl 1-2cm kadar batı yönünde
kaymaktadır. Karadeniz bölgesini sabit kabul edersek, Orta-Anadolu ona göre,
her yıl 1-2 cm kadar batıya doğru kaymaktadır. Dolayısıyla, Orta-Anadolu
dediğimiz bölge, tüm dağları+ovaları+dereleri vs. ile birlikte, bir levhacık
olarak hareket etmektedir. Yani sadece dağlar değil, dağlarla birlikte ovalar,
dereler,vs. tüm bölge bir bütün, bir plakacık-levhacık olarak hareket eder. Hareket
eden bu levhacıkları kalınlığı ise 100 km kalınlığındadır. Dünyamız bu şekilde
birbirlerine göre hareket eden birçok plakacık -veya levhacıktan
oluşmaktadır.
Peygamberimiz
Arabistan’da yaşamıştır, Arabistan’da ise çöller önemli bir yer tutar. Çöllerde
kumul tepeleri dağlar oluştururlar. Bu kumul tepeleri rüzgarların etkisiyle,
sürekli yer değiştirirler. Bu şekilde dağların hareket etmesi durumu oluşur.
Hareket eden aslında kum taneleridir. Kum taneleri altındaki ana-kaya sistemi
sabittir, hareket eden o ana-kaya sistemi üzerindeki kum taneleridir. Plaka
tektoniğindeki gibi yüzlerce km boyutunda ve 100 km kalınlığında bir taş-küre
(litosfer) parçası değildir.
►2- Şimdi “Big-bang” konusuna geçelim.
Son asır içinde evrenin genişlediğini öne süren “Big-bang”
adlı bir teori oluşturulmuştur. (Bu teorinin doğru olamayacağı yönünde yeni
astrofiziksel gözlemler de ortaya çıktığını burada belirtelim. Bak: DOM-23: Evrenin oluşumu -Big-Bang var mı, yok
mu? http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/10/bigbang-var-m-yok-mu.html )
Daha önceleri
“Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz bizim (her
şeye) gücümüz yeter.”
şeklinde tercüme edilen Zariyat suresinin 47. Ayeti 1960 lardan beri
artık:
“Göğü
kudretimizle biz kurduk ve biz onu genişletmekteyiz” şeklinde tercüme edilmektedir.
Kuranın en iyi tercümesi olarak kabul edilen Max Henning’in tercümesi ise şöyledir:
“Ve
göğü, biz onu kuvvetle inşa ettik, ve gör, gerçekten, biz onu geniş yaptık.”
“Bizim gücümüz yeter” kavramı nasıl olur
da, “biz onu genişletmekteyiz” şekline
dönüştürülür? Ortada “geniş” anlamına gelen bir sözcük var, bu “sıfat” olarak
kabul edilir. Ama bu sıfatı bir yüklem olarak,
hem de “genişletmekteyiz” şeklinde değiştirmek, tam bir eğip-bükme
işlemidir.
"Ohoooo siz bunu şimdi buldunuz ama 13
yüz yıl önce bizim kutsal kitabımızda zaten anlatılmış" gibisinden
açıklamalar yapacak şekilde “eğip-bükmeler” söz konusu. Bunu yapanlar da “sözde
din-adamları”.
Bu eğip-bükme, dolandırıcılık-sahtekarlık
değil de nedir?
Big-bangdaki genişleme tasarımı, ışığın
kızıla-kayması olayına dayalı bir teoridir ve galaksiler düzeyinde bir
genişlemeyi öngörür. Halbuki kurandaki ayet bizim güneş-sistemimizle ilgilidir.
Ve bizim dünyamıza ait göğün genişlemesi söz konusu değildir, çünkü bizim
güneş-sistemindeki radyasyonlarda bir kızıla-kayma söz konusu değildir.
Dolayısıyla, Kuranı eğip-bükerek ondan farklı manalar çıkarma çabası içindeki din-adamları “baltayı taşa vurmuşlardır”.
“Kör ölür, badem gözlü olur” misali, insanlar inandıkları dini yüceltmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yukarıda sunulan ilk makalede, yukarıda sunulan örneğe benzer çok sayıda yanlış yorum örneği verilmektedir. Bu hatalı yorumlar insanlarımızın hatalı bilgilendirilmesine ve yanlış yönlendirilmesine, dolayısıyla, geri-kafalı kalmasına neden olmuştur.
İnternette
bir tanıdığım, benim bir DOM-görüşü savunucusu olarak Kuranı anlamadığımı
yazmış. Ben de kendisine şöyle bir
teklifte bulundum: “Benim mi Kuranı daha iyi anladığımı, yoksa Siz ve sizin
gibi Kuran savunucularının mı daha iyi anladıklarını saptamak için Kurandan bir bölüm vererek bunların nasıl
yorumlanabileceğini tartışalım” şeklinde bir teklifte bulundum.
Yorumlanacak
Kuran bölümü, Er-Rahman suresinin Cennet ile ilgili ayetleridir. Er-Rahman Suresi “Cennet” hakkında bilgi veren en
önemli suredir.
55:46 - Rabbinin makamından korkan kimselere İKİ
CENNET vardır.
55:48 -
İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.
55:50 -
İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
55:52 -
İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.
55:62 - Bu ikisinden başka İKİ CENNET DAHA
vardır.
55:64 - (Bu
cennetler) yemyeşildirler.
55:66 -
İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.
55:68 -
İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.
Şimdi size sorum şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4 adet
cennetten söz ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? O cennetlerde yetişen
meyvelerden “hurma ve nar” hangi dünya parçasını simgeler?
Önce siz açıklayın, sonar bir de ben açıklayayım.
Kimin açıklaması daha mantıklı ise, o kuranı daha iyi yorumlayan kişi kabul
edilsin. Tamam mı?
BU ÖNERİM,
TÜM İLAHIYATÇI PROFLAR, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ELEMANLARI VE DE
MEDYADA DİNSEL konularda konuşan TÜM KIŞILER IÇIN DE AYNEN GEÇERLİDİR.
Bu yazıya, hiçbir din adamından yanıt gelmedi.
Facebook’taki birinden (ki kendisi jeoloji mühendisi olduğunu söylüyor) şöyle
bir tepki geldi.
E.A.: inanan insanlar kum tepecikleriyle
sıradağları ayırt edecek kadar idrak sahibi insanlardır.....kuranın umuma şamil
olduğu açıktır.....o dönemin insanları dağ denince ne anlaşılması gerektiğini
biliyordu.... iyi ki sayın İsmet hocanın öğrencisi olmadım.....gerçi benim
hocalarım da İsmet beyden geri kalmazdı.... onlar da DOM (Dışarıda Oku
Mağrurlan) sistemi içinde yetişmiş gariban halkı cahil sayan tepeden bakan ve
ne hikmetse hepside dine diyanete sıcak bakmayan inançlı insandan alerjisi olan
ama o garibanların ödedikleri vergiyle tahsillerini yapan kişilerdi.....benim
ömrüm de Özal gençliği olarak ülkesinin garibanlarına tepeden bakan statükocu
dayatmacı ezberci mağrur 68 kuşağına karşı mücadeleyle geçti....
Yanıtım şu
oldu:
Sayın E.A., söz konusu ayette dağların
hareket ettiği yazılı, bu ister kumul tepecikleri olsun, ister diğer dağlar
olsun, yani ovalar, ırmaklar hareket etmiyor anlamında bir ifade. Halbuki Levha
tektoniğinde hepsi hareket eder. Bunu anlayamayacak kadar bilgisiz olduğunuzu
sanmıyorum. Gelelim işin özüne: Şu davetimi yerine getirin: Doğada her şey
sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende
neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla,
muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Bilgi ve mantık
insanların sorunlarına çözüm bulma yeteneği olarak tanımlanabilinir. Kafanıza
yerleştirdiğiniz bilgiler ve mantığınız sağlamsa, doğadaki oluşum ve
gelişimleri “doğru” değerlendirirsiniz ve uygun çözümler bulup, sorunlarınızı
çözersiniz. Ama kafanıza yerleştirilmiş bilgiler yanlışsa, mantığınız o yanlış
bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış kararlar alırsınız ve sorunlarınızı
çözemezsiniz.
DOM-sistemi
bilgileri dinamik sistemli olduğundan, tüm sorunlarımızın statik sistemli
düşünce ve davranışlardan (yani tepeye bağımlılıktan) kaynaklandığını açıkça
ıspat ediyor ve dinamik (yani tabana dayalı) sistemli görüşle tüm sorunların
ortadan kaldırılacağını net delillerle ortaya koyuyor.
İnsanlar
beyin yapıları nedeniyle, her türlü senaryoyu üretebilirler. Ama hücrelerimizin
bizleri donattığı bu hayal kurma – yorumlama - bilgi-oluşturma yeteneğinin
temel amacı, toplumsal sorunlarımızın çözümüne yönelik olmak zorundadır.
Toplumsal sorunların nedenini ve çözümünü içermeyen görüşlerin hiçbir değeri
yoktur, onlar kişisel hayallerden öteye bir değer taşımazlar.
Statik
sistemli (tepeye bağımlı) hayat görüşüne uygun düşünen sizlerin, işe yarar bir
görüşleri varsa, buyurun DOMun Özü dosyasında gösterildiği gibi, 10 sayfalık
bir yazıyla bunu ortaya koyun. İnsanlar da, DOM görüşünü mü, DİN- görüşünü mü
seçeceklerine karar versinler.
Laf
ebeliği-polemik falan istemiyorum. Salt gerçek görüşler bekliyorum. Ortaya böyle
bir görüş koyamıyorlarsa, sussunlar. (Koyamayacaklarından %100 eminim, çünkü
statik sistemli düşünceler doğaya uyumlu değildir ve doğal sistemde işleyen
toplumsal hayatı sorunlarını çözümleri olası değildir.)
Ayinesi
iştir kişinin, lafa bakılmaz,
Görünür
şahsın rutbe-i aklı eserinden. (Ziya Paşa)
Kişinin
verdiği cevap şöyleydi:
E.A.: islam dini bütün dinamikleriyle statik statükocu olmayıp aksine
olduğunca dinamiktir.....aslına bakarsak İsmet bey hocamızın dine alternatifmiş
gibi ortaya koyduğu DOM sisteminin en üst mükemmel zirvesi İslam dininin vaz
ettiği hayat anlayışı ; yaşam biçimi ve düşünce sistemidir.....kıymeti
bilinmeyen bu din oku emriyle başlar ilim adalet temizlik çalışmak üretmekle
devam eder.....bu öyle bir derya ki jeoloji ilmi içinde kaybolur.....ben
nacizane cilt cilt tefsir hadis meal islam tarihi vs. ilimleri okuyup
hıfzederken bir yandan da jeoloji ilmi nasıl gelişmiş nerelerden yola çıkmışlar
nasıl kurumsallaşmışlar nasıl modeller geliştirmişler bunları yeni yerlere
uygulamışlar nasıl gözlem yapmışlar arazileri nasıl ve hangi yöntemlerle
çalışmışlar bunları araştırdım not aldım.....en son tesbitim şu oldu; bizi
ilimde fen de bu din geri bırakmıyor aksine batıdan öğrendiklerini papağan gibi
ezberleyip üzerine hiç bir katkı koyamayan statükocu ezberci zihniyet geri
bırakıyor......bu zihniyetin içinde hem sağcı hem solcusu hem ateisti
mevcut.....kuran dinamiktir ve hayattan ip uçları verir......teferruat uygulama
peygamberimizin yaşantısıdır.....kuran dağların hareketine sürüklendiğine
atıfta bulunur; akıl ve ilim insana diğer buguları dağların bazen ovasıyla
beraber kıta halinde hareket ettiğini ortaya koyar.....yani her şeyi hazır
lokma sunmaz....aksi halde statik bir din olurdu....velhasıl benim dinim
dinamik ben ondan daha dinamiğim....durmak yok yola devam çalışmaya araştırmaya
devammmm..
Ben ise şunu
yazdım:
İşte
bilginizin ve mantığınızın düzeyi ortada: Ben şu soruyu sordum: İnsanlar beyin
yapıları nedeniyle, her türlü senaryoyu üretebilirler. Ama hücrelerimizin
bizleri donattığı bu hayal kurma – yorumlama - bilgi-oluşturma yeteneğinin
temel amacı, toplumsal sorunlarımızın çözümüne yönelik olmak zorundadır.
Toplumsal sorunların nedenini ve çözümünü içermeyen görüşlerin hiçbir değeri
yoktur, onlar kişisel hayallerden öteye bir değer taşımazlar.
Statik
sistemli (tepeye bağımlı) hayat görüşüne uygun düşünen sizlerin, işe yarar bir
görüşleri varsa, buyurun DOMun Özü dosyasında gösterildiği gibi, 10 sayfalık
bir yazıyla bunu ortaya koyun. İnsanlar da, DOM görüşünü mü, DİN- görüşünü mü
seçeceklerine karar versinler.
Laf
ebeliği-polemik falan istemiyorum. Salt gerçek görüşler bekliyorum. Ortaya
böyle bir görüş koyamıyorlarsa, sussunlar. (Koyamayacaklarından %100 eminim, çünkü
statik sistemli düşünceler doğaya uyumlu değildir ve doğal sistemde işleyen
toplumsal hayatı sorunlarını çözümleri olası değildir.)
Ayinesi
iştir kişinin, lafa bakılmaz,
Görünür
şahsın rutbe-i aklı eserinden. (Ziya Paşa)
Sizin bu
soruya verdiğiniz yanıtı okuyucuların değerlendirmesini dilerim. Sizin gibi
mantığı tamamen çarpıtılmış kişinin benim sayfamda işi nedir diye merak
ediyorum.
Bu arada
İ.G. adlı bir başkası şöyle bir görüş ileri sürdü:
İ. G.: Kur'an bir bilm kitabı değildir.Kuran bir
inanç ve toplumsal yaşam kitabıdır.her dönemde bu tür ayetleri bilimsel
buluşların kaynağı gösterip insanları inançlı hale getirmenin yolu
aranmıştır.Ama gerçek olan. Kur'an ın Toplumlumsal yaşamı dizayn eden,İnsanlara
iyi bir kişi olması yollarını sunan, Bir inanç sistemidir.
Bu kişiye
yanıtım şu oldu:
Sevgili İ. G., Şu paragraftaki
görüşe ne dersin? Dinler elbette toplumsal ahlak açısından yararlı öğeler
içerirler. Ancak en temel unsur olan "tabana mı, tepeye mi?" yani
dinamik sistemli mi statik sistemli mi konusu ortaya çıkmaktadır. Kutsal
kitaplar statik sistemli bir Allah görüşüne dayanır. Yani bir şeyin yapılması,
oluşturulması, varlıkların dışındaki bir gücün “olsun” demesiyle gerçekleşir.
Varlıkların, o yapının oluşturulmasında hiçbir rolü yoktur. Bu nedenle
toplumsal sistemlerin kurallarının da, peygamber denilen elçiler vasıtasıyla
gönderildiğine inanılan bilgilere göre oluşturulması dinlerin temel özelliğini
oluşturur. Toplumlar da bu temel görüş uyarınca tepedeki bir lider (kral,
sultan, başkan, vs.) ile idare edilirler, yönlendirilirler. Demokrasilerde bile
halk tüm yetkiyi tepedeki başkana vermiştir. Tepedekiler de, kendilerinin (ve
de toplumun) durumunu geliştirmek için çare ararlar. Ama çare, bireylerin bilgi
ve beceri düzeylerinin geliştirilmesindedir, çünkü toplumun refah düzeyi,
bireylerinin üretim kapasitesine bağlıdır. Düşünme tembelliğine mahkum edilen
ve kendine güveni olmayan, halkın ise üretim potansiyeli, yeni buluşlar
yaparak, diğer toplumlara karşı avantajlı duruma geçmesi olanaksızdır. Çünkü,
doğası gereği, tepeye bağımlılık sistemi bireylerin düşünmesini ve bilgili
olmasını engelleyicidir. Böyle bir çıkmazda olan başkanlar, kişisel
ihtiraslarının da etkisiyle, “ganimetçilik” denilebilecek davranışlara
girerler: Ya kendi halkını bölüp, bir kısmının diğer kesimi sömürmesine yönelik
işlere girerler; ya da komşu toplumların mallarına göz dikerler. Komşu
toplumlarla kavga veya savaşlara girerler; tabi savaşacak-ölecek olanlar yine
bilinçsiz halk kitleleridir. Kazanan taraf elde ettiği ganimetlerle, bir
süreliğine daha avantajlı duruma geçer; kaybeden tarafta tam bir felaket
yaşanır. Kaybeden tarafın lideri makamından uzaklaştırılır, yerine başkası
geçer. Bu tahtıravalli oyunu böylece oynanıp-gider. İnsanlık tarihi bu tür
oyunlarla devam ede gelmiştir.
Halbuki
dinamik sistemde, bir şey oluşturulması, varlıkların karşılıklı ortak
eylemelerine bağlıdır. Varlıklar daha rahat bir duruma geçmek için, belli
ortaklık ilkelerinde anlaşıp, bir araya gelirler. Bu ise bilgiyle olmaktadır,
bu nedenle dinamik sistemler fiziği “information & self-organisation”
olarak özetlenmiştir. Dinamik sistemde bilgiyi varlıkların kendileri
oluştururlar, statik sistemde ise, “her şeyi bilen” tepede bir varlık söz
konusudur. Böyle olunca da insanlar, "nasılsa her şey tepedeki ilahi güç
sistemine bağlı” düşüncesiyle, pasifliğe yönlendirilirler. İslam aleminin geri
kalmışlığı, insanların toplumu bir ortaklık olarak görmeyip, toplum yönetimini
tepedekilere bırakmasının bir sonucudur. Halbuki, hayat tüm varlıkların
karşılıklı etkileşimleri, anlaşıp-uzlaşmaları sayesinde oluşur. Yani kurallar
ortaklaşa alınır. Bunun içinse, her vatandaşın, düşünmesi ve çıkarını savunacak
şekilde ortaklıklar içine girecek bir bilinçle davranmasını gerektirir.
İ.G adlı
kişinin yanıtı şu oldu:
İ. G.: Hocam Merhabalar.Kuranın bize öğrettiği Tanrı
kavramının statik değil Dinamik bir özellikte olduğunu düşünüyorum.Tanrı olay
ve olguların nedenlerini oluşturur,sonuçlar bu nedenlere bağlı olarak
değişir.Nedenler değiştikçe sonuçlarda şüphesiz olarak değişir.Yani Allah şurda
deprem olsun diye deprem olmaz.Depremin mekanizmasını oluşturduktan
sonra(fay,volkanik etkinlik vs)deprem oluşur ve bizde buna deprem bilimi
diyoruz.Anlatmaya çalıştığım geleneksel İslam sisteminde Allah'a statik bir
özzellik yüklenildiği ama Gerek İslam tarihinde ve gerekse günümüzde ki
yorumlarda bu statik Allah kavramı Dinamik bir Allah kavramına
dönüştürülmektedir.Ya da öyle bir anlam yüklenmektedir.İnanç sistemleri
tabandan oluşturulan mekanizmalara neden karşı olsun ki?Örneğin Kuran'da Adalet
kavramından bahseder.Bununun için kurulacak sistemden bahsetmez.Adaleti
gerçekleştirde nasıl gerçekleştirirsen gerçekleştir.Ama diyorsakki Bu kavramdan
bahsetmesi bile tepeden bir örgütlemedir.O zaman sorunu başka çizgide tartışmak
gerek .Selamlar
Bu kişiye
yanıtım şu oldu:
Sevgili İ. G., bu yanıt benim
sorduğum soruya pek yanıt değil. Kutsal kitaplar insanların düşünce ve
davranışlarının nasıl olacağı konusunda kesin hükümler içeriyorlar mı,
içermiyorlar mı? Bu soruyu hatırlayarak, yukarıda yazdığım yazıya cevap
vermelisin. Tanrı dinamik özelliktedir demek, kutsal kitapları kabul etmemek
olur. Bunu DOM yapıyor.
Bundan sonra
E.A. ile benim aramda şu yazışmalar oldu:
E. A.: insanoğlunun mikroda ve makroda kapasitesi
sınırlıdır....insanoğlu tıbben henüz kendisini tanımaktan acizdir...yaratılışta
mükemmelliği görüyor ancak kendisi bunları yapmaktan aciz kalıyor....din vaz
ettiği yaşam tarzıyla kesinlikle dinamiktir......onu insanoğluna ikram
eden büyük güç te haliyle statik olamaz.....herşeyin bir sonunun olduğu
hesaplarla ortatadır ammavelakin insan aklıyla buna hiç bir güç dur
diyemiyor.....dine statik demekle din statik olmaz.....biraz da DOM cular
gözünü açsa ya....
Sizin DOM
sistemiyle ulaşmak istediğiniz yaşam tarzının bir kısmını din hazır paket bir
kısmını da akıl yormanızı istiyorsa bunda garibsenecek ne var
anlamıyorum.....din bana zorla kabul ettirilmedi....ben ideal hayat tarzını
islam dininde bulduğum için bu dini seçtim...yoksa ateist olurdum.....batı ilmi
islam alimlerinden aldı size ezberletti sizde bize sattınız.....batı fende
ilerledi ancak manen çökmeye başladı.....sömürdükleri ülkeler kendine gelip
başkaldırdıkça batı bir gün gelecek her ülkesi Yunanistan gibi kendi derdine
düşecek.....tam bu esnada islamın vaz ettiği hayat tarzı( devlet yönetimi,
medeni hukuku ticaret hukuku ceza hukuku ekonomi sistemi) batıya reçete olarak
sunulması gerekirken siz statükocular dinamik sistem adı altında hala dini yok
sayıp batılıların peşine takılıyorsunuz.....yine tekrar ediyorum...
tasarladığınız DOM sisteminin zirvesi islam dininin ta kendisidir
biline.....çalıntı yapmayın özünüze dönünüz......dinde zorlama
yoktur.....inanmak gönül işidir.....benim de size bir teklifim var; eğer bu din
statik sistemse o halde bu dine inanmadığınızı ATEİST olduğunuzu açık
yüreklilikle ilan ediniz......ikili oynamayınız....saygılarımla...
Yanıtım şu
oldu:
Sayın E.A,
siz polemik yapmak, havanda su döğmek, istiyorsunuz. Ben doğa dünyada bir denge
ve düzen oluşturucu bir sistemin varlığını görüyorum, bunu bilimsel verileriyle
ıspatlıyorum ve bu güç sitemine atalarımızın “Tanrı veya Allah” dediğini
biliyorum ve bu sistemle insanlığın tüm sorunlarının çözüldüğünü net bir
şekilde ıspat ediyorum. Sizin mantığınız öylesine bozulmuş-şartlanmış ki,
sorduğum şu net soruya bir yanıtınız olmadığı için, laf-ebeliğine
girişiyorsunuz. – “YORUMLAMA - BILGI-OLUŞTURMA YETENEĞININ TEMEL AMACI,
TOPLUMSAL SORUNLARIMIZIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELIK OLMAK ZORUNDADIR. TOPLUMSAL
SORUNLARIN NEDENINI VE ÇÖZÜMÜNÜ IÇERMEYEN GÖRÜŞLERIN HIÇBIR DEĞERI YOKTUR,
ONLAR KIŞISEL HAYALLERDEN ÖTEYE BIR DEĞER TAŞIMAZLAR. STATIK SISTEMLI (TEPEYE
BAĞIMLI) HAYAT GÖRÜŞÜNE UYGUN DÜŞÜNEN SIZLERIN, IŞE YARAR BIR GÖRÜŞLERI VARSA,
BUYURUN DOMUN ÖZÜ DOSYASINDA GÖSTERILDIĞI GIBI, 10 SAYFALIK BIR YAZIYLA BUNU
ORTAYA KOYUN. İNSANLAR DA, DOM GÖRÜŞÜNÜ MÜ, DİN- GÖRÜŞÜNÜ MÜ SEÇECEKLERINE
KARAR VERSINLER.“
Laf
ebeliği-polemik falan istemiyorum. Salt somut çözüm görüşü bekliyorum. Ortaya
böyle bir görüş koyamıyorsanız lütfen susunuz. (Koyamayacağınızdan da %100 eminim, çünkü statik sistemli düşünceler
doğaya uyumlu değildir ve doğal sistemde işleyen toplumsal hayatın sorunlarını
çözmeleri olası değildir.)
Doğadaki
oluşum ve gelişimlerin rastgele değil, bilgiye dayalıdır. Dolayısıyla ben nasıl
ateist olurum ki? Doğadaki dinamik
sistemde her varlık tüm diğer varlıklarla ilişkilerini kendisi
algılayıp-düzenler, bilgili ve bilinçli davranır. Halbuki siz nasıl
davranacağınız bilgisini, bir peygamberden alıyorsunuz.
Siz nasıl
dinamik sistemli düşünebilirsiniz. Düşünemeyeceğiniz için de asla bir çözüm
formülü ortaya koyamazsınız. Onun için, daha fazla mantıksız davranışlarla
zamanımı almayın. Lütfen bunu rica ediyorum.
Bu son
uyarımı takip edercesine, bir başka arkadaştan şu uyarı geldi:
Haluk Kar:
Erdal Aral, bati ilmi islam alimlerinden aldıysa geçmişten günümüze islam
ülkeleri neden bu kadar geri kaldı? Medeni hukukta neden erkek nikahına 4 kadın
alırken, kadın mirastan daha az pay alıyor? 60 yasındaki erkeğin 10 yaşındaki
küçücük kız çocukları ile evlenmesi pedofili iken islam neden bunu teşvik
ediyor ? Adaletin islamda yeri nedir ? 11 ay zenginlik tokluk içinde olanlar
neden ramazanda yalnızca bir ay aç susuz fakirlere empati göstermek için oruç
tutuyorlar? Kölelik ve fakirliği ortadan kaldırmaya yönelik hiç bir amacı
olmayan dilenci kültürü ile fakirleri şükür etmeye alıştırmak isteyen islamda
ekonomik sistemin anlamı nedir ? yeri göğü yaratanın başka işi gücü yok muydu
her iki ayetinden birisi cinsellik üzerine ? Basta islam olmak üzere neden
bütün din alimleri konu insanların ezilmesi, sömürülmesi, hakları için mücadele
etmek söz konusu olduğunda ağızlarını bıçak açmaz ? Madem batı o kadar kötü,
din İslam Müslüman düşmanı, bu dindarlar çocuklarını Amerika'da Avrupa'da neden
okutuyor ? Arab şeyhlerinin,prenslerinin krallarının esleri makyajlı basları
açık iken kendi halkının kadınlarının saçının telini rüzgar uçursa bile
kırbaçlanıyor ? Canı Allah verir allah alır demek ile tekbir çekip kafa kol
kesmenin yok bu İslam değil yok o İslam değil diyerek işine gelmediğinde
kıvırmak nedir ? Madem her şey kuranda varsa- yazıyorsa neden islam ülkelerinde
hala kanser türlerine, genetik kaynaklı hastalıklara çare bulunmuyor ? Islam
hangi toplumsal yada sağlık konusunda çareler bulmuştur ? Kısacası her
uyuşturucu gibi özellikle dinin beyin hücreleri ile insan onur ve vicdanini
ortadan kaldırdığı binlerce yıldır kanıtlanmıştır. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz /
Şahsin görünür rutbe-i akli eserinde
DEĞERLENDİRME:
Görüldüğü
üzere, konu din-bilgileri iken, hiçbir din adamı konuya ilişkin bir görüş
bildirmeye yanaşmamıştır. Bir başka meslek mensubu (Jeolog) görüş bildirmeye
kalkmış, ama yukarıdaki yazışmalarda görüldüğü üzere, akıl & mantıkla
bağdaşmayan argümanlar ileri sürmekten öteye gidememiştir. İnsanlarımızın çok
büyük çoğunluğu bu E.A. gencimiz gibi davranmakta, tüm toplumsal sorunlarımızı
çözen ve tamamen doğa-bilimsel verilere dayalı olan, içinde hiçbir mantıksal
hata bulamadıkları bir görüşe karşı çıkmaktadırlar. Böyle bir şartlanmışlık
nasıl devam etmektedir. Bu konuda sorumlu olduğunu düşündüğüm diyanet işleri
başkanlığına bu yönde bir e-posta gönderdim. 9 mart 2015de.
DOM-görüşünün
insanlığın tüm sorunlarına çözüm bulduğunu 9 sayfalık bir makalede gösteren
DOMun-Özü dosyası, 9 Mart 2015 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığının tüm
ilgili daire başkanlarına (toplmda 15 kişiye)
şöyle bir e-posta olarak gönderilmiştir:
|
||||
|
Sayın yetkili,
Ekte
size bir dosya sunuyorum. Bu dosyada toplumsal sorunlarımızın nedeni ve çözüm
yolu anlatılıyor. Yazıda bir veri veya mantık hatası bulursanız düzeltmem için
beni uyarmanızı istirham edeceğim. Ama bulamadığınız takdirde de toplumumuzun
bu doğal sistem bilgileri ile donatılmasında diyanet işlerine en büyük
sorumluluk düştüğünü hatırlayarak, doğadaki düzen oluşturucu güç olarak kabul
edilen Allah kavramının toplumumuzda gerçeklere uygun şekilde
algılanmasını sağlayacak gerekli adımların atılması işleminin Diyanet işlerinin
sorumluluğunda olduğunu hatırlatmak ve yerine getirmesini beklemek hakkımızdır.
Bu
konuda İsmet Gedik, DOM- İkinci Adam Yayınları, İstanbul adlı eserden
yararlanabilir veya
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html sayfası ile başlayıp, devam dosyalarını okuyabilirsiniz.
Saygılarımla
arz ederim.
Prof.Dr.
İsmet Gedik
Aradan haftalar-aylar
geçmiş, ama hiçbir yanıt verilmemiştir. Daha sonra, “Akla karayı ayırt etme”
başlıklı yukarıdaki metni, 29 haziran 2015de, diyanet işleri personeline
duyurmak için web-sayfalarına girdiğimde, tüm dairelerin e-posta adreslerinin
silindiğini fark ettim. Ama ben daha önce söz-konusu dairelere e-posta
göndermiş olduğumdan, o eski adreslere tekrar posta gönderdim. Birinin e-posta
kutusu dolu olduğu için posta teslim edilemedi, ama diğerlerine posta ulaştı.
Ama din konusunda
halkımızı bilgilendirmekle yükümlü devlet dairesi çalışanları kıllarını bile
kıpırdatmıyorlar. Toplumun geri kalmışlığının nedeni, halkın işsizlik-yoksulluk
içinde olması onların zerre kadar umurlarında değil. Onlar geçimlerini mevcut
sistemle nasıl sürdüreceklerinin peşindeler. Başka bir şeyin onları
ilgilendirdiğini düşünemiyorum. Düşünüyorlarsa, cevap verip, beni
yanıltmalarını beklerim.
Doğada
bir denge ve düzen olduğunu görüyor ve bu sistemi oluşturup-yönlendiren gücü
atalarımızın “Tanrı veya Allah” olarak tanımladıklarını biliyorum.
Bu
güç sisteminin nasıl işlediğini, kuantum fiziği, dinamik sistemler fiziği, genetik, nörofizyoloji gibi
doğa-bilimsel kaynaklara dayanarak anlama ve açıklamanın olası olduğunu görüp,
bunu Dinamik Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) adlı bir kitapta ve
blog-sayfamda ortaya koydum. DOMun-Özü adlı 9 sayfalık bir özetlemeyle, DOM-sisteminin
insanlığın tüm sorunlarını çözdüğünü gösterdim. DOMun-Özü dosyasını ve “Akla
karayı ayırt etme zamanı” adlı bir makaleyi Diyanet İşleri Başkanlığının ilgili
başkanlıklarına (ve de İlahiyat fakültelerinden 15 profesöre) göndererek,
toplumuzu en derinden etkileyen bu konu hakkında görüş bildirmelerini rica
ettim. Ama onlardan hiçbir ses çıkmadı.
Dinamik sistemde Allah kuantsal, yani varlıkların içlerindeki atomik
yapıda saklı olduğundan, her varlık kendi bileşenlerinin etkisi altında
davranır. Daha rahat bir duruma ulaşabilmenin ise tek bir yolu ve yöntemi
vardır: Karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla birleşerek ortaklıklar oluşturmak! Yani
dinamik sistemlerde “tepeden” birilerinden emir veya yönlendirme alınarak işlem
yapılmaz! Tepeden verilen emir ve yönlendirmelere göre işleyen sistemler bu
nedenle “statik sistemli” olarak tanımlanırlar ve toplumların örgütlenmeleri
tepeye bağımlı olacak (TBÖ) şekildedir. TBÖlü sistemlerin ise tüm toplumsal
sorunlarımızın kaynağını oluşturduğu şu adreste açık ve net bir şekilde
gösterilmiştir. Bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/domun-ozu.html
Dindarlar, Allah’ın kendisine değil de, Onun gönderdiğine inandıkları
bir peygambere inanıyorlar. Soru şu: Allah’ın eserlerine ve eylemlerine bakarak
onu anlamak ve sistemine uymak mı mantıklıdır, yoksa onun elçisi olduğunu
söyleyen insanların (peygamberlerin) görüşlerine göre Allah’ı yorumlamak mı daha
mantıklıdır?
Bir kutsal kitaba inanan kişi, Allah’a değil, bir peygambere inanmış
olur. Bu ise insanların doğal sisteme ters işlemler yapmaya başlaması anlamına
gelir.
Din adamları ve diğer yönlendirici kuruluşlar, peygamberi ve
onun kitabını öyle allayıp-pulluyorlar ki, insanlar Allah'a değil, o peygambere
tapar duruma sokuluyorlar. Böylelikle de Allah'ın gerçek kitapları olan
doğa-bilimsel verileri araştırmaktan uzaklaşıp, peygamberin
► dünyaya geldiği geceyi
mevlid kandili;
► Ana rahmine düştüğü geceyi
Regaip kandili;
► Gökkubbede Allah’la buluşmaya
çıktığı geceyi Miraç kandili;
► Bu kitabın “levh-i
mahfuzdan sema-i dünyaya indirildiği” gece olan Berat kandili;
► “dünya semasından
Peygamberimize indirilmeye başladığı gece” olan Kadir Gecesi;
►Böyle bir kitabın dilini
kullanan Arapların kutsal gününü “hayırlı cumalar”
şeklinde kutlar olduk.
Tüm bu işlemler, doğadaki oluşturucu gücün varlıkların
içlerindeki kuantsal kökenli bir enerji sisteminden değil de, sadece
peygamberleriyle insanlara nasıl davranacaklarını ileten bir “Allah” tanımına
inanmış olmaktan kaynaklanıyor. Bu ise tamamen statik sistemli bir bakış açısıdır
ve doğadaki dinamik sisteme uymuyor. Kutsal kitaplı “Allah” anlayışı ile,
dinamik sistemli (doğum-ölüm-döngülü) hayat sisteminin sorunları
çözülemediğinden, hayatın “öteki-dünya” dünya diye hayali bir ortamda devam
edeceği iddia edilerek insanlar avutulmaya çalışılıyor. Bilim dünyasında
yapılan Plaka tektoniği, Big-bang gibi buluşların, Kutsal kitaplarda mevcut
olduğunu göstermek için, ayetler “eğilip-bükülerek”
insanları kandırmaya yönelik sahtekarlıklarla, mevcut düzenin sürdürülmesine
çalışılıyor. Yukarıdaki bölümlerde, din adamlarının Doğal sistemdeki “Allah”ı
değil de, inandıkları kutsal kitaptaki verileri savunmak için
şartlandırıldıkları açık ve net bir şekilde gösterilmiştir. Dolayısıyla din adamları
insanların dinamik doğal sisteme uygun bir hayat anlayışına ulaşmalarını
engelleyici bir tavır içindedirler ve tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını
oluşturmaktadırlar.
Bu iddiayı ispatlayacak bir olay tam günümüzde yaşanmaktadır. Kutsal
kitap verilerine göre, “Allah” uğruna savaşarak ebedi bir cennet hayatına
ulaşacağına inandırılmış biri, en kalabalık bir insan grubunun içinde bombaları
patlatarak, hem kendisini, hem de onlarca vatandaşımızı öldürmüştür.
Yetkililer olayın sorumlularının bulunup-cezalandırılacaklarını
söylemekteler. Peki asıl sorumlu kim? Allah’ı doğal sistem bilgilerine göre
değil de, inandıkları bir peygamberin (halüsinasyonlar gören bir insanın)
söylediklerine göre yorumlayan din adamları değil de, başka kim asıl
sorumludur?
Buzullar denizlerdeki suyun
buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan,
denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede
düşüktür; bu da sıcaklığının en düşük olduğu 20 binyıl öncesinde yaklaşık 130
metrelik bir deniz seviyesi alçalması demektir. Deniz seviyesinin bu kadar
alçalması, en fazla coğrafik değişikliği Basra-Hürmüz-boğazı arasındaki bölgede
gösterir (Meteor-Forschungsergebnisse,
1971). Çünkü Basra körfezinin en derin noktası yaklaşık 90 metredir ve Dubai –
Bander-e Lengeh hattının hemen batı tarafında bulunmaktadır. Dubai – Bander-e
Lengeh hattı ise yaklaşık 70 m. derinlikte bir sırt şeklinde İran ile Dubai
arasında uzanır. Bu coğrafik özellikler nedeniyle, deniz seviyesi 130 m.
düşünce, tüm Basra Körfezinden deniz çekilmiş olur ve bu devasa bölge, iki tane
büyük ırmakla sulanan çok verimli bir ovaya dönüşür. Sadece güney-doğu ucunda
15-20 m. derinliğinde sığ bir göl kalır. Bu gölün suyu da, birkaç yıl içinde
tatlı suya dönüşür. Üzerinde ise birkaç tane adası vardır ve bu adalarda da
yoğun insan yaşamı vardır.
Din
camiası 2+2=4 cennet konusunda hiçbir yorumda bulunmadığına göre, bu konuya biz
bir açıklama getirelim:
Cennet
Nerededir?
Neden
“öteki dünya” diye bir kavram oluşturulmuş?
Er-Rahman Suresi
“Cennet” hakkında bilgi veren en önemli suredir.
55:46 - Rabbinin
makamından korkan kimselere İKİ CENNET vardır.
55:48 - İkisinin de çeşitli ağaçları,
meyvaları vardır.
55:50 - İkisinde de akıp giden iki kaynak
vardır.
55:52 - İkisinde de her türlü meyvadan çift
çift vardır.
55:62 - Bu ikisinden
başka İKİ CENNET DAHA vardır.
55:64 - (Bu cennetler) yemyeşildirler.
55:66 - İkisinde de fışkıran iki kaynak
vardır.
55:68 - İkisinde de her türlü meyva, hurma ve
nar vardır.
Şimdi soru şu: kutsal kitabımızda 2+2 = 4
adet cennetten söz ediliyor. Bu nasıl açıklanır?
13 – 125 bin
yılları arası dünyamız iklimi çok soğuktur ve Würm-buzul devri denilen bir
dönemden geçmektedir (İmbrie ve diğ. 1984, Hays ve diğ. 1976).
Kuzeydeki Zagros dağları kar ve buz örtüsü altında, güneydeki Arabistan
düzlüğü susuz kurak bir bölge olarak yaşama pek imkan vermez iken, bu devasa
ova, hem soğuk kuzey rüzgarlarından korunmuş olması, hem deniz seviyesinin bile
altında olması ve iki büyük ırmak tarafından sulanır olması nedeniyle, orada
yaşayan insanlar için büyük bir nimettir. Bu verimli ovada her tür meyve ve
sebze bol olarak yetişmekte, onlara bağlı olarak da yoğun bir hayvan topluluğu
bulunmakta, bu ise avcılık ve toplayıcılıkla geçinen o devir insanları için
olağan-üstü bir yaşam ortamı sunmaktadır.
Şekildeki
harita Alman araştırma gemisi Meteor’un
(1971) verileri, Roberts (1984), Swift and Bower (2003), Yao (2008) ve Würm-buzul çağına ait diğer jeolojik
bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Şimdi bu ideal
CENNET-ÜLKENİN sonunun nasıl olduğunu görelim.
Buzul devri
süresince en ideal yaşam yeri olan bu CENNET-ÜLKE, buzul sonrası dönemdeki
insanlık için tam bir işkence ortamına dönüşmüştür. Çünkü yüksek dağların
(Zağros Dağları) tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin
gittikçe ısınması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan
sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de
ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde
her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Jeolojide
solifluksiyon olarak bilinen olay).
Her yıl tekrarlanan
bu çamurlu sel felaketlerine, bir yeni felaket daha eklenir: Deniz ilerlemesi
ve yükselmesi. 15 bin yıl öncelerine gelindiğinde, dünyadaki sıcaklık artmış ve
buzullar tekrar ergiyerek deniz seviyesini yükseltmeye başlamıştır. 14 bin yıl önceleri, deniz tekrar Basra
Körfezine girmiş ve CENNET-ÜLKE yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. Denizin
istila ettiği düzlüklerde yaşayan insanlar:
►-ya ırmak vadileri
boyunca kuzey-batıya doğru gitmek,
►- ya kuzeydeki
Zagros dağları yönünde,
►- ya güneydeki
Arabistan düzlüklerine
►- ya da, bu devasa
ovada rastlayacakları 50-60 m.
yüksekliğindeki yükseltilere sığınmak zorunda kalmışlardır.
Bunlardan ilk üç
şıktan birini tercih edenler, bu felaketler zincirinden kurtulmuşlardır. Ama
son seçeneği tercih edenler (ve daha önceleri zaten bir ada üzerinde
yaşayanlar) için işkenceler daha yeni başlamaktadır. Çünkü onlar bu
yükseltilerde hapis edilmişlerdir! Deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar
yükselmektedir dolayısıyla, Basra-körfezinin tekrar denizle kaplanması –yani
sel felaketleri ve deniz seviyesi yükselmesi- yaklaşık 7-8 bin yıl daha
sürecektir (Brentjes (1981)).
Gittikçe sulara
gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan adalarda mahsur kalan
yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
Adanın çevresine
set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme
ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli
insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak
besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar
arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Dinamik sistemde
sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar (Haken (2000)). Eskiden duvarcı
diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıkar. Önceden
herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak
zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor. Bu sayede, bazı
insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken,
bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde
etme çabası içine girerek hayvancılık, ziraat gibi farklı alanlarda
uzmanlaşmışlardır.
Bu zor koşullar
insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Avcılık ve
yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir
alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını
karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda
binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar.
Toplumsal hayat,
yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir
sorunla karşı-karşıya getirmiştir. İlk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden
oluşur. Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve
yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal
hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede
yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı
meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
Böyle bir ortamda
toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin, tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da
“kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur (Ceram 1972).
Buzulların
ergimesiyle oluşan çamurlu sel felaketlerinin en korkuncu, en son “buzul”
kütlesinin ergidiği yıldır. Çünkü en son yıla kalan buzlar, son yıl ergimeye
başladıklarında, suyla dolu bir balon gibidirler. Daha önceki yıllarda buz
kütlesinin dış-zarı gibi az bir kısmı ergirken, son aşamada tüm kalan buz
kütlesi aniden sıvılaşır ve patlayan bir balondan boşalan su misali, çevresinde
çok büyük hasara yol açar. Bu son sel felaketinde boşalan su, daha önceki
yıllarda boşalan sudan onlarca kat fazladır.
İşte tufan denilen olay bu son yılda gerçekleşir. Sözün kısası,
CENNET-ÜLKEnin adalarında hapis kalan insanlar, zorluklarla mücadele ederek,
bilgi düzeylerini geliştirmişler, karşılıklı hizmet-alış-verişi sistemi olan
toplumsal hayatı başlatmışlar, ama son tufan olayıyla birlikte, yaşadıkları
adadan sallarla, sandallarla, vs kaçarak, kendilerini kaderlerine terk
etmişledir. Bilgi düzeyleri diğer çevre toplumlarına göre, inanılmaz derecede
yüksek olan bu insanlar, ulaştıkları yerlerdeki insanlarca, “efendiler”gibi
muamele görmüşlerdir.
Arkeolojik
bulgular, bereketli hilal denilen bölgedeki bu muazzam gelişmenin Sümerler
denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer
ismi, yörede yaşayan semitik (Arap-İsrail) ırka mensup Akad’ların dilinde “land
of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi” anlamında “Sumeru”
sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini “the black-headed people =
kara başlı toplum” olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine
geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972). Sümerler insanlık tarihinde yazı
yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak
büyük önem taşır. Arkeolojik kazı verilerine göre, Sümerlerin tarihi tufan
öncesi ve tufan sonrası olarak iki farklı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi
dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği,
insanlığın o dönemde çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir.
Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.
Bu şekilde
atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden
(Adn), Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki
farklı dünya kavramı oluşur. Yani öteki-dünya diye bir kavram oluşturulmasının
tek nedeni budur. Diğer taraftan, Sümerlerin doğa anlayışı statik sistemli
olduğundan, dinamik sistemli doğum-ölüm döngüsünü anlayamamışlardır. Bu nedenle
de hayata bir anlam veremediklerinden, öteki dünya şeklinde bir tasarım,
onların hayata bir anlam kazandırma yöntemi olarak (yani öteki dünya gibi yerde
ebedi bir hayata devam edileceği gibi yorumlamak) onların işine gelmiştir.
Şimdi önce “Öteki-dünya”
ile “cennet” arasındaki bağlantıyı oluşturalım:
Cennet Neresi?
Kutsal kitaplara
göre,
– Allah önce ışığı
(geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
– Sonra gök kubbeyi
yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2.
gün);
– Sonra yeryüzünde
karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
– Sonra güneşi, ayı
ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
– Sonra
denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
– Ve en son olarak da, dünyadaki
tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün). (Tekvin, 1.Musa, Martin Luther
tercümesi -Bibel)
Görüldüğü üzere
kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin
oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu
belirtilmektedir. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda
bir yerdir.
Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet
olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha
sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki,
Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler?
Bu sorunun yanıtı
ise 10 -15 bin yıl öncelerinin coğrafik görüntüsünün tasarlanabilmesinden
geçer:
– Buzul devri
süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz
Ovası” diye adlandırdığımız bu 15- 20 bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam
koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan
insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden
farklı olduğunun bilicindedirler.
– Buzul devrinin
sona ermesiyle, hem sel felaketleri başlar, hem de deniz seviyesi yükselmeye
başlar.
– Deniz seviyesi
yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu
yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar
üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi
sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul
edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan
habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
– Buzul devrinin
sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine
karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini
korumaya başlarlar. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam
eder (yılda 1cm kadar). (Bu konuda Atlantis’in yazarı Eflatun’un Kritias ve
Timaios adlı eserlerine bakınız).
– Yaşadıkları bu
dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah
işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği”
inancındadırlar.( Eflatun- Kritias ve Timaios)
– Gelecek bahardaki
taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal,
kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk
ederler.
– Dalgalar ve
akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar,
kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini
sanırlar; vs..
– Yeni geldikleri
bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet
dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın
sonucudur.
Şimdi neden 2+2=4 cennet konusunu aydınlatmaya çalışalım.
Yukarıda
verilen “CENNET-ÜLKE” haritasında, GD ve KB olarak işaretlenmiş iki
farklı bölgeyi düşünün. Çok farklı konumdalar ve çok farklı çevre-şekillerine
sahipler. O zamanın insanlarının coğrafik bilgileri de çok sınırlı. Doğal
olarak o bölgede yaşayan insanlar bu ırmakları farklı adlandıracaklardır. Örn.
KB’da yaşayanlar Dicle ve Fırat olarak adlandırmışlardır. GD’dakilerin nasıl
adlandırıldığını ise şu paragrafları okuduktan sonra anlayacaksanız:
"7. Böylece Efendi Tanrı topraktan insan yaptı ve
onun burnuna hayat nefesini üfledi. Ve böylelikle insan canlılık kazandı.
8. Ve Efendi Tanrı doğuda (Kudüs gibi kutsal topraklara
oranla, Eden Bahçesi (Cennet), "doğuda" olacaktır; Basra Körfezi
dibindeki eski verimli ovalar da, doğudadır!) bir yerde Eden bahçesini dikti
ve yarattığı insanı bu bahçenin içine koydu.
9. Ve Efendi Tanrı, yeryüzünde, güzel görünüşlü ve
tadlarına doyum olmayan ağaçlar büyüttü, ve bahçenin ortasında, iyi ve kötüyü
ayırt etme ağacını, hayat ağacını yeşertti.
10. Bu Eden bahçesinde, bahçeyi sulamak için bir ırmak
akıyordu, ve orada dört kola ayrılıyordu.
11. Birinci kolun adı Pişon'du ve altın ülkesi Hevila
yöresinde akardı;
12. ve bu ülkenin altını değerlidir. Orada ayrıca
Bedolak-zifti ile Şoham süstaşı bulunur.
13. İkinci ırmağın adı Gihon olup, Kuş ülkesi yöresinde
akar.
14. Üçüncü ırmağın adı Dicle olup, Asur ülkesinin
doğusunda akar. Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır.
15. Ve Efendi Tanrı insanı alıp, bahçeyi işleyip bakması
için Eden bahçesine bıraktı."
(Tekvin, 1.Musa, 1.2 bab, 7-15; Martin Luther
tercümesi -Bibel)
Bu paragrafları
okuduktan sonra, Kurandaki o ayetlerin anlaşılması kolay olmadı mı?
SONUÇ: Tevrat ve Sümer belgeleri okunmadan ve gerekli doğa
bilimsel veriler bilinmeden, yukarıda verilen Kuran ayetleri, asla anlaşılamazlar.
Bu nedenle Kuran’ı anlayabilmek için eski kitapların okunması – ve
doğa-bilimlerinin bilinmesi şart ve gereklidir.
DEĞİNİLEN
BELGELER:
Aspect, A., Dalıbard, J. & Roger,
G., 1982: "Experimental test of
Bell's inequalities using time-varying analyzers. Physical Review Letters 49
#25, 1804
Bibel- Martin Luther’s Übersetzung.
Württembergische Bibelanstalt- Stuttgart.+
BRAIDWOOD, R.J. 1995: Prehistoric Man – Tarih
Öncesi İnsan. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 290 s.
BRENTJES, B., 1981: Völker am Euphrat und
Tigris. Koehler & Amelang, Leipzig, 263 s.
CERAM, C.W., 1972: Götter, Graeber and
Gelehrte. Rowohlt, 447 s.
Chaisson, Eric J. 2001. Cosmic Evolution: The
Rise of Complexity in Nature, Harvard U. Press.
Chaısson E. J., 2010: Energy Rate Density as
a Complexity Metric and Evolutionary Driver. Complexity, 2010 Wiley
Periodicals, Inc ., Vol. 16, No. 3, p. 27–40.
EFLATUN, Timaios (Çevirenler: Erol Güney ve
Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1133, Ankara,1989.
EFLATUN, Kritias (Çevirenler: Erol Güney ve
Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 905, Ankara,1989.
Feibleman, J.K., 1954: Theory of integrative
levels. Brit. J. Phil. Sci., 5: 59-66
Feynman, R.P., 1985. QED – The Strange Theory of Light and Matter.
Princeton Univ. Press. 175 s.
Gedik, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan
İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52,
s. 75-139. Ankara.
Gedik, İ., 2006: The Main Cause of Ant-Social
Behaviours among Humanity. In: The İstanbul Conference on Democracy &
Global Security, June 9-11, 2005, İstanbul; Edited by Turkish National Police,
p 581-589. (ISBN: 975-585-575-0)
Greene, B. 1999: The Elegant Universe. Norton
& Company, New York, 448 s.
HAKEN, H. 2000: Information and
Self-Organization. A Macroscopic Approach to Complex Systems. Springer Verlag,
222 pp. 62 figs.
HAYS, J.D., IMBRIE, J. ve SCHACKLETON, N.J.,
1976: Variations in the earth’s orbit: pacemaker of the ice ages. Science, 194,
s. 1121-1132.
Ho, M.W. & Popp, F.A. 1991. The evolution
of biological form and organization without natural selection. Proceedings of
the AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life, mind".
Washington, DC, 14.-19.
IMBRIE J., HAYS J.D., MARTINSON D.G.,
McINTYRE A., MIX A.C., MORLEY J.J., PISIAS N.G., PRELL W.L., ve SCHACKLETON
N.J., 1984: The orbital theory of Pleistocene climate: Support from a revised
chronology of the marine delta 18O record. In BERGER A.L. ve diğ., eds.. Milankovitch and climate: understanding the
response to astronomical forcing, Part I, 169-305, Boston, Reidel.
KRAMER, S.N. 1956: History begins at Sumer.
Newyork 1956. (Tarih Sümer'de başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul)
Martin, B. R. (2006): Nuclear and Particle
Physics. John Wiley & Sons. 415 p.
Meteor-Forschungsergebnisse. - Borntraeger 1971.
Reihe C. Geologie und Geophysik / Red.: E. Seibold u. H. Closs
No. 4. Oberflächensedimente im Persischen Golf und Golf von Oman. 1. Geologisch-hydrologischer Rahmen und erste sedimentologische Ergebnisse. Von M. Hartmann [u.a.] 76 S., mit Ktn. : Mit 47 Abb. u. 12 Tab. im Text
No. 4. Oberflächensedimente im Persischen Golf und Golf von Oman. 1. Geologisch-hydrologischer Rahmen und erste sedimentologische Ergebnisse. Von M. Hartmann [u.a.] 76 S., mit Ktn. : Mit 47 Abb. u. 12 Tab. im Text
ROBERTS, N., 1984: Pleistocene environments
in time and space. In R. Foley, ed. Hominid evolution and community ecology. s.
25-53, London, Academic Press.
Schrödınger, E. 1944: What is life? The
physical aspects of the living cell. Univ. Press, Cambridge.
Swift, S. A. and Bower, A. S.- 2003:
Formation and circulation of dense water in the Persian/Arabian Gulf. JOURNAL
OF GEOPHYSICAL RESEARCH, VOL. 108, NO. C1, 3004, doi:10.1029/2002JC001360
Yao, Fengchao, 2008: "Water Mass
Formation and Circulation in the Persian Gulf and Water Exchange with the
Indian Ocean" . Open Access Dissertations. Paper 183.
Wilczek, Frank: 2008. The Lightness of
Being: Mass, Ether, and the Unification of Forces. Basic Books. ISBN 978-0-465-00321-1.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder