sahip çıkma-koruma görevi


4- Toplumu oluşturma, sahip çıkma ve koruma görevi kimde veya kimlerde?

4.1.1- Giriş

Buğday üreticilerinin ürünüyle ekmek ihtiyacımız, hayvan üreticilerinin ürünleriyle et ihtiyacımız, TV-üreticilerinin ürünüyle TV- gereksinimiz karşılanır ve kendimizin ürettiği bir hizmetle de başkalarının bu yöndeki ihtiyaçları karşılanır ve toplum hayatı bu şekilde devam eder-gider. Ama bazen bir ürün veya hizmet sunucusu işini iyi yapmaz veya hile karıştırarak toplumdaki denge ve düzeni bozar. Bu şekilde toplumsal sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Halbuki karınca, arı gibi toplumsal sistem içinde yaşayan hayvan dediğimiz canlıların toplumsal sistemlerinde bu tür bozulmalar olmamaktadır. Neden biz insanlarda sistem bozuluyor da, hayvan (böcek) dediğimiz varlıklarda bozulmuyor?

Burada bu konuyu irdeleyip bir sonuca varmak ve toplumsal düzenimizin nasıl oluşturulması gerektiği, neyi yanlış yaptığımız, bu yanlışı nasıl düzelteceğimiz konusunu aydınlatmak istiyoruz.

Önce doğa ve dünyamızda düzen dediğimiz karmaşık yapılı sistemlerin nasıl ortaya çıktıklarını (veyahut konulduklarını) görelim.
Doğa ve dünyamızda bir düzen, evrimleşme vardır. Jeolojik bulguların gösterdiği üzere, bu düzen-evrimleşme zaman içinde oluşup gelişmiştir. Hâlbuki fizikçilerin çoğunluğu, doğada ve dünyada düzensizliğe doğru bir gidiş ve gelişim olduğunu belirtirler ve bu nedenle de bazı fizikçiler canlılar âlemindeki bu düzen artışını, doğal sistemdeki hastalıklı bir yapısallaşma olarak görürler.
    è1- Evrenimiz yaklaşık 14 milyar yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu 14 milyar yıllık sürecin başlangıcında doğadaki yaklaşık 100 temel kimyasal element henüz oluşmamıştır. Yani doğayı oluşturan tüm kimyasal elementler, henüz atom-altı-öğeleri düzeyindedir ve proton, nötron, elektron gibi küçük yapıtaşları bulunmaktadır. Başka bir şey yoktur.
     è2- Proton, nötron, elektron gibi atom-altı öğelerin birleşmeleriyle He, C, O, Fe, vs gibi kimyasal elementlerin oluşumları yaklaşık 7-8 milyar yıl öncelerine denk gelmektedir. Dolayısıyla, evrenin başlangıcında sadece atom-altı-parçacıklarından oluşan evrenimizde, kimyasal element dediğimiz ilk üst-sistem varlıkların oluşumu uzun bir zaman süreci sonunda ancak gerçekleşmiştir.

     è3- Molekül dediğimiz SiO2, H2O, CO2, KAlSi3O8  vs. gibi ikinci-derece üst sistem yapısallaşmaların oluşumu Güneş sistemimizin ve çevresindeki gezegenlerin oluşumlarıyla birlikte yaklaşık 5 milyar yıl önceleri olmuştur.
   è4- Yaklaşık 3.5 milyar yıl önceleri 3.nesil üst sistem olarak değerlendireceğimiz ilk prokaryot hücrelerin oluştuğunu görüyoruz.
   è5- Yaklaşık 2 milyar yıl önceleri 4.nesil üst sistem olarak değerlendireceğimiz ilk ökaryot hücreler dünyamızda görülmeye başlarlar.
    è6- Yaklaşık 700 milyon yıl önceleri 5. nesil diyebileceğimiz ilk çok hücreli canlılar dünyamızda görülürler.
    è7- Yaklaşık 500 milyon yıl önceleri 6. nesil diyebileceğimiz, hayvanlardan oluşan ilk koloniler (graptolitler, vs.) dünyamızda görülürler.
    è8- Yaklaşık 450 milyon yıl önceleri hayat sistemi denizlerden karalara geçer.
   è9- Yaklaşık 250 milyon yıl önceleri böcekler egemenliği döneminden (Paleozoik), omurgalılar egemenliği dönemi olan Mezozoik’e geçiş görülür.
è10- Yaklaşık 65 milyon yıl önceleri Dinozorlar (sürüngenler) egemenliği 
döneminden (Mezozoik), memeliler egemenliği dönemi olan Senozoik’e geçiş yaşanır.

    è11- Yaklaşık 5 milyon yıl önceleri bilgi oluşturmaya en çok önem veren insangiller grubu canlılar dünyamızda görülmeye başlar.
è12- Yaklaşık 40 bin yıl önceleri insanlar hızlı bir bilgi oluşturma dönemine girerler ve mızrak yapımından başlanıp, ok, iğne,  cam, çanak-çömlek, motor, bilgisayar gibi birbirini takip eden birçok yeniliğin ortaya çıktığı bir dünyaya girilir.

Bilgi oluşumun insanlarda görülen bu özelliği, tüm canlılar âleminin gelişiminde de görülür.

þ- Bilgi oluşumunun eksponansiyel ve entegratif şekilde gelişmesi dinamik sistemler fiziğinin Maximum Information Prensipinin (MIP) doğal bir sonucudur.  Bu olgu, bilgi oluşumunun başlangıç noktasının ‘maddenin en küçük parçacıkları dünyasında’ kökenlenmesi ve gittikçe çeşitlenerek gelişmesi zorunluluğunu oluşturur. Yani, doğada evrimleşen ve artarak gelişen tek unsur “bilgidir”. Varlıklar bu bilgilere göre sürekli yeniden re-organize edilerek, tavuk-yumurta ilişkileri çerçevesinde yeniden düzenlenip, yeniden oluşturulurlar. Yani zaman dediğimiz olgu, gelişen bilgiye göre maddelerin tekrar re-organizasyonu sonucu oluşmaktadır.

Bilgi oluşumuyla zaman kavramı arası ilişkiyi daha iyi açıklayabilmek için, günlük hayatımızdan bir örnek verelim.
    Geleneksel düşünce sistemlerinde zaman, doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri yönlendirdiği varsayılan (ebedi) harici bir varlığın verdiği sinyallere göre gerçekleşen bir süreçtir. Bu nedenle insanlar zaman belirleyici olarak belli aralıklarla “tik-tak” yapan araçlar geliştirerek, zaman ölçmeye çalışırlar. Hâlbuki doğadaki olaylar böyle hariçten gönderildiği varsayılan sinyallere göre oluşmazlar.
   Şimdi doğadaki karşılıklı etkileşimlere dayalı oluşum sistemini örnekleriyle açıklamaya çalışalım.
    Önce biz insanların oluşturduğu bir şeydeki zamanlamayı görelim.
Zaman iki farklı şekilde algılanır. Birinci algılanma şekli, zamanın yavaş mı, hızlı mı geçtiği konusudur. Önce bu konuyu bir örnekle açıklayalım:
    İki fabrika düşünün; ikisi de TV yapımcısı olsun. Fabrikalarda her şey belli dakikalar içinde yapılmaz. Kimi işlemin yapılması bazı dış faktörlere bağlıdır; örneğin bir elektronik çip bir başka ülkeden gelecektir. O çipin gelmesi taşıma problemleri veyahut imalatta gecikmeler nedeniyle aksarsa, o fabrikanın TV imalatı gecikmiş olur. Diğer fabrikada işler yolunda gittiyse, o fabrikanın ürünü zamanında yapılmış olur. Böylelikle doğada hızlı veya yavaş oluşumlar gerçekleşir. Zaman dediğimiz faktör birinde yavaş, diğerinde hızlı oluşmuş olur.
Şimdi zaman faktörünün ikinci algılanma şeklini görelim.
    Yine TV’leri örnek verelim. 1950’li yılların TVleri lambalı-tüplü denilen çok ağır ve hantal aletlerdi. 1960-70lerin TVleri transistörlü idiler ve çok daha hafif ve küçüktüler. Günümüz TVleri LCD veyahut plasma TVleri olup, nerdeyse bir kitap kadar ince ve hafiftirler.
    Görüldüğü üzere, zaman içinde gelişen bilgi düzeyine göre, maddeler farklı kombinasyonlara sokuluyorlar ve farklı görünüşlü aygıtlar ortaya çıkıyor. Yani günümüz TVleri de, 1950li yılların TVleri de aynı atom ve moleküllerden oluşturulmaktadır. Tek farkları, moleküllerin farklı oranlarda ve farklı şekillerde birleştirilmelerinde yatar. Ve gittikçe daha iyi, daha ekonomik sistemler oluşturma yönünde bir gayret söz konusudur. Olayların bu şekilde gelişmesine de, maksimum informasyon prensibi (MIP) + minimum amplitüd prensibi (MAP) denir.
     Anlaşılacağı üzere, zaman kavramı “informasyon=bilgi” faktörü ile iç-içedir.
Halbuki, geleneksel fizikçilerin hiçbirinin kafasında bilgi ile zaman faktörü birlikte değerlendirilmediği (yani fiziksel formüllerde bilgi faktörü bulunmadığı) için, oluşturulan doğal sistem senaryoları kökten hatalı olmaktadır.
   Bilgi varlıkların yapısal-dokusal durumlarına işlenerek oluşturulmakta ve korunmaktadır. Yani bizler bir şey öğrendiğimizde, beyindeki sinir-hücreleri arasındaki sinaps yapısallaşmalarında kimyasal değişiklikler gerçekleşir. Aynı şekilde, kalıtsal bilgiler hücrelerin genetik kayıtlarında kimyasal değişiklikler olarak kayıt altına alınırlar. Dolayısıyla, bilgi doğadaki varlıkların yapısal-dokusal durumlarında oluşturulurlar. Bu nedenle “zaman” değiştikçe (yeni bilgiler oluştukça) varlıkların yapısal-dokusal durumları da değişmektedir. Bu şekilde madde - zaman (+bilgi) – uzay entegre bir sistem oluşturmaktadır. Birinde yapılan bir değişiklik, tüm diğerlerini de etkilemektedir.
    Bu şekilde birbirleriyle iç-içe, yan-yana karşılıklı etkileşim içinde olan bir alt-sistem + üst-sistem ağı ortaya çıkar. Bu alt-sistem - üst-sistem ilişkilerinde hangi tarafın diğerine bağımlı (yani iplerin kimin elinde) olduğunu anlamak için beden-hücre ilişkisine bakalım.

4.1.2.- Kim kime bağlı? İpler kimin elinde?

Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de kulağına dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip, orman 


kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz; mideleriniz doldu ve bedeninizdeki tüm kan, aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarınızdan kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.

Bakın şimdi ne olur... Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. Bunun üzerine “pitiutary” (P) kan dolaşım sistemine "adrenocorticotropic hormones (ACTH) " salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.

Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir.
Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
Peki, ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.
Sonuç: Doğada her şey, içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu “Theory of Integrated Levels” = Tümleşik Sistemler Teorisi; 1954’de Feibleman tarafından teorik olarak da ispatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem – üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin en önemlileri şöyledir:
i-Her düzey, altındaki  düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
iv-Her sistemde, üst düzey  alt düzeye bağımlıdır;  üst düzey  alt düzeye yön (hedef) gösterir.
v-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

Yani özetleyecek olursak, bileşenler, kendi eserleri olan üst-sistemleri sahiplenip, onu korumaya, ayakta tutmaya çalışırlar. Bu şekilde dinamik sistemli bir doğa oluşur. Bu kuralı bilmeyenler ise insanlardır.

Doğadaki dinamik sistemin nasıl işlediğinin matematiksel-fiziksel temellerini fizikçiler oluşturmuşlar (Haken 1983, 2000) ve kısaca “information & self-organisation” = “bilgi oluşturmaya dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlemişlerdir. Şimdi bu “information & self-organisation” sisteminin en temel parametrelerini vererek, hayat dâhil doğadaki tüm oluşumlardaki temel kuralları gösterelim:

Düzen-ölçütü (order parameter): Dinamik sistemlerde öğelerin, değişen çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayabilmek için ne tür değişiklikler yapılması, daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri ve rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortaklık ilkeleri.
Kontrol parametreleri: Dinamik sistemlerde öğelerin dikkate almak zorunda oldukları çevre faktörleri dizinidir. Doğadaki oluşumlarda, birçok varlığın yaydığı sinyaller de etkilidirler, “katalizör etkisi” denilen faktör bu nedenle gereklidir.
Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Karşılıklı bağımlılık: Kuvvet alanları birbirlerine eklenip-çıkarılabilir özellikli olduğundan, yeni oluşan bir varlığın oluşturduğu kuvvet alanı, diğer tüm varlıkların oluşum koşullarını da otomatik olarak etkiler. Bu nedenle tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenirler. (Bu nedenle beynimizdeki her bir hücre en az on bin farklı faktörü dikkate alıp, bir olasılık hesabı yapar ve tek bir sonuça ulaşır.)
Simetri kırılması (symmetry breaking):  Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer yargılarının- oluşturulması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör. 
Sabitleştirme (Solidifikasyon): Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.

“Simetri-Kırılması +Köleleştirme+Sabitleştirme” yani “SimKırKölSab” üçlü faktörü doğadaki oluşum ve gelişimlerin 

temelinde yatan ana faktördür.

Şimdi önce “simetri-kırılması” denilen olayın ne olduğunu açıklamaya çalışalım.

Simetri Kırılması
Her şeyin temelini oluşturan kuantsal enerji paketçikleri, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı olayların temelinde yer alırlar. Onlar yalnız başlarına düşünüldüklerinde, (A) konumundaki gibi, her yöne gitmeye (veya her şeyi yapmaya) uygundurlar. En ekonomik durumda olan yapısallaşmalara veyahut kendilerine gösterilen hedefe doğru akmaya hazırdırlar.

4.1.3.- Doğadaki karşılıklı etkileşimler:

Karşılıklı etkileşim ne demek?
Doğadaki temel işleyiş mekanizmasını açıklamakla görevli olan fizik bilimi doğadaki oluşumların varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle oluşup-geliştiğini söyler ve şekilde gösterilen genel formülün gravite, elektromanyetik gibi dünyamızda etkili olan tüm kuvvet sistemlerinde geçerli olduğunu belirtir. Bu formülün sözcüklerle ifadesi ise şöyledir: Her varlık sahip olduğu enerji, kütle, elektrik yükü, vs. gibi potansiyelleriyle doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olacak şekilde birbirlerini çeker (veya iter).
    Yani fizikçilerin kuvvet alanı dedikleri kavram, varlıkların kendi iç potansiyelleri tarafından belirlenirler. Harici bir üst-sistem kökenli faktör söz konusu değildir! Harici hiçbir güç (veya varlık) onları itip-kakarak birbirlerine yaklaştırıp-uzaklaştırmaz.

Karşılıklı etkileşimin ise varlıklar arasında bir enerji alış-verişi şeklinde olduğu yine fizik bilimince vurgulanır. ( A mutual or reciprocal action; interacting :  (physics) the transfer of energy between elementary particles or between an elementary particle and a field or between fields.)

Şimdi doğadaki karşılıklı etkileşimi bir örnek üzerinde açıklayalım.
Biz insanlar bize en yakın dağın nerde ve bize kaç metre uzakta olduğunu algılayamayız, ama bir çekül bunu en hassas şekilde algılar ve m1.m2/r2 formülüne göre o tarafa doğru sapar. Şimdi bu konuda yaşanmış tarihi bir olayı anlatarak açıklık getirelim.
    İngilizler Hindistan’ı sömürge olarak ele geçirdikten sonra, ülkenin coğrafik haritasının yapımına başlarlar. 1800lü yıllarda uzak mesafelerin ölçümünde kullanılan en yaygın yöntem, bulunulan noktanın yıldızlara bakarak enlemini saptamak ve iki farklı nokta arasındaki enlem farkından yararlanarak da, aralarındaki mesafeyi hesaplamaktır. Malum, dünyanın çevresi 40.000 km.dir ve 360 dereceye bölünmesiyle elde edilen değer derece başına: 111 km.dir. Yıldızlara bakılarak enlem saptaması ise, çekül yardımıyla yapılmaktadır. Çekül yeryuvarının merkezine doğru yönleneceğine göre, ekvatordan kuzeye doğru 

gidildikçe, kutup yıldızının çekül hattıyla yaptığı açı her 111 km.de bir derece artacaktır.  

Bu yöntemle ölçmelere başlayan harita ekibi, Hindistan’ın güney taraflarının haritasını oldukça sağlıklı bir şekilde yaparlarken, kuzeye doğru (yani Himalaya dağlarına doğru yaklaştıkça) mesafe hesaplamalarında gittikçe artan hatalar oluştuğunu fark ederler ve bunun nedeninin ne olduğunun açıklanması için İngiltere Kraliyet Akademisine başvururlar.

Şekil: Çeküllerin çevrelerindeki kütle miktarına göre yönlerini belirlemeleri. Himalaya dağlarına çok uzak bir (A) noktasında (örn. Hindistan’ın güneyindeki Madras’ta) bir çekül dikey yönde yerin merkezine doğru yönelirken, Himalaya dağlarına yakın bir (B) noktasında (örn. Yeni Delhi’de) tam dikey yönde değil de, Himalaya dağlarına doğru eğilmiş olarak yönelir, çünkü Himalayalar’a çok yaklaşmıştır ve  m1 * m2/r2 formülünde (r) o kadar azalmıştır ki, çekül o oranda kendisinin Himalaya dağlarına doğru daha fazla bir güçle çekildiğini hesaplar ve ona göre yönlenir.
     Akademide bilim adamları arasında yapılan tartışmalar sonucu, yeryuvarının kabuk yapısının şekilde görüldüğü gibi olması gerekliliği konusunda bir yorum yapılarak, Himalaya gibi yüksek dağ kuşaklarının köklerinin de yeryuvarı içine doğru devamlı olduğu görüşü bildirilerek, çeküllerin Himalaya’lara yaklaştıkça neden saptıkları açıklanmış olur.
     Daha sonraki yıllarda (20.ci yüzyılda) sismik yöntemlerle yapılan yerkabuğu yapısı araştırmalarında, yerkabuğunun yapısının gerçekten de şekilde gösterildiği gibi kök-sistemli bir yapıda olduğu ortaya konmuştur. Bu şekilde çekül gibi cansız dediğimiz varlıkların doğadaki tüm varlıkların kütlelerini ve kendisine olan uzaklıklarını en hassas biçimde algılayarak kendisine bir yön belirlemesi olayı, gravimetri denilen ve yeryuvarının derinliklerine doğru içyapısındaki yoğunluk farklılıklarını saptamaya yarayan bir yöntem oluşturulmasına yol açmıştır. Bu yöntem, tomografi veyahut röntgen yöntemiyle, insan bedenlerinin içini görüntülemeye benzeyen bir yöntemdir.
Bu olay bize, cansız dediğimiz varlıkların ölü-cansız değil, çevrelerindeki kendilerini etkileyen tüm faktörleri algılayan ve m1 * m2/r2  formülüne göre milyarlarca hesap yaparcasına davranış sergileyen doğal aynalardır. Onları elbette milyarlarca hesaplamayı anında yapabilen birer bilgi-işlemci olarak değil, doğadaki kendilerini etkileyen enerji dağılımını algılayıcı doğal temel yetenekleri olan birer yapısal unsur olarak görmek gerekir. Nitekim, elektron gibi en temel doğal sistem yapıtaşları da benzer bir özellik sergilerler ve çevrelerindeki tüm faktörleri dikkate alacak, trilyonlarca hesaplamayı anında yapacak şekilde davranırlar. İşte doğal sistemin mucizevi özelliği bu noktadır. Yani doğal sistemin temelinde ölü-cansız, bilgisiz varlıklar değil, hareketli, muazzam bir hesaplama ve çevre faktörlerini anıda algılama ve o verilere göre davranma gibi “bilinçli” bir özellik taşıyan öğeler bulunmaktadırlar.  Onlar bizlere doğayı nasıl göreceğimizi gösterirler.

Şimdi bir başka örnekle bu konuyu biraz daha ayrıntılı görelim.
●- Bir odanın ortasına bir pusula (iğnesi) koyalım. Yanına da bir insan yerleştirelim. Çevrelerine bir paravan perde koyalım. Bir diğer insanın da cebine bir mıknatıs koyup, yavaşça ve sessizce odanın çevresinde dolaşmasını söyleyelim. Pusulanın yanında duran insan, odanın çevresinde dolaşan kişinin hangi tarafta olduğunu fark edemez. Ama pusula iğnesi adamın cebindeki mıknatısı algılayıp, adam odanın neresindeyse, oraya doğru yönelir. Adam dolaştıkça, pusula iğnesi de döner durur.
●- Bir insan sadece duyduğu, gördüğü, işittiği varlıkları fark edebilirken, cansız dediğimiz bir pusula iğnesi, çok daha uzak mesafelerdeki kendini etkileyen enerji veya kuvvet türlerini algılar. Bu uzaklık dünyamızın ve onu çevreleyen atmosfer katlarını dahi kapsar. Atom-altı-öğeler dünyasına inildiğinde kapsama alanı evrensel boyuta uzanır.
    (Bilgi, bir işlem yapabilmek için dikkate alınması gereken çevresel faktör sayısı olarak da tanımlanabilinir. Bu tanımı uygulayıp, insanların mı, yoksa hücrelerin mi, yoksa atom-altı-öğelerin mi daha çok bilgi sahibi olduğunu değerlendirmek mümkündür.
●- Biz insanlar en çok 2 veya 3 bilinmeyenli bir denklemi çözeriz. Hesaplanacak faktör sayısı 4ü geçtiğinde matrix denilen özel hesaplama yöntemleri kullanılır, ama bunu normal insanlar yapamazlar. Yani biz insanların hesaplayabileceği faktör sayısı genelde 10u geçmez.
●- Beynimizdeki bir hücre bir işlem yaparken 10 binlerce faktörü değerlendirmektedir.
●- Elektron gibi atom-altı öğeleri ise, çevrelerindeki trilyonlarca faktörü dikkate alıp, bir değerlendirme yapmaktadırlar.
Peki, o zaman kim daha çok bilgili?)

Evrende karşılıklı bir sinyalleşme okyanusu vardır = Kuvvet alanları (Ether adı da verilmiştir, ancak ether kavramı, Maxwell tarafından çok seyreltilmiş bir madde dağılımına dayalı olarak ortaya atıldığından, sadece sinyallerden oluşan bir alan olarak düşünülmemektedir.)
●- İnsanlar çeşitli aletler yaparak bunlarla haberleşirler, bu şekilde dünyada milyarlarca farklı sinyal dolaşımda olur. Her bir insan cep telefonuyla bu sinyallerden birinden yararlanır. Her radyo, her TV istasyonunun kendine has bir sinyali vardır. Buna benzer şekilde doğadaki her varlık, çeşitli madde kombinasyonları oluşturarak, bunların yaydığı sinyaller vasıtasıyla çevreleriyle etkileşirler.
●- Yani doğadaki tüm oluşumlar, kendilerini etkileyen temel kuvvet (veya enerji) türlerini algılarlar ve ona göre kendilerini yönlendirirler. Havadaki, denizdeki, yeryuvarı içindeki, uzaydaki, vs. tüm atomlar, moleküller, vs. bu şekilde çevrelerindeki tüm faktörleri algılayıp ona göre yönlenirler.
 ●-Özetlersek: Her farklı bileşimli madde, farklı bir sinyalle evrende yerini alır ve çevresiyle bu sinyalle etkileşir-haberleşir

Her varlığın yapısında, o varlığın çevresi ile etkileşip-haberleşmesini sağlayan bir yapısal-dokusu-düzeni vardır. M.I.T. fizik profesörü  Milo Wolff (1995) şöyle der: “Parçacıklar varlıklarını birbirlerine iletemez olsalardı, o zaman bir parçacık diğer parçacıklara bağımlı olduğunu nasıl bilebilirdi? Haberleşme olmasaydı, her parçacık kendi dünyasında yalnız başına olurdu. Evrenin yasalarının oluşabilmesi için, her bir parçacıkla evrendeki tüm diğer varlıklar arasında karşılıklı algılayıcı bir haberleşme gereklidir.”
               
Wolff (1995)’in “Evrenin yasalarının oluşabilmesi için, her bir parçacıkla evrendeki tüm diğer varlıklar arasında karşılıklı algılayıcı bir haberleşme gereklidir.” şeklindeki uyarısı geleneksel fizikçi düşüncesinin, varlıkların birbirleriyle haberleşerek doğadaki kuvvet alanlarını oluşturdukları gerçeğine uzak olmalarından kaynaklanır.
    Yani bilim adamları gibi önyargısız olması gereken insanlar bile çok önyargılı davranmaktadır. Bilim adamları dahil, insanlar kendilerini doğadaki tek bilinçli canlı olarak görme önyargısıyla doğal sisteme bakarak, hem (cahil) bilgisiz =ignorant, hem de kendini beğenmiş=arrogant bir davranış içindedirler.  Biz insanlarda bilinç diye bir şey varsa, bir şey hiç yoktan oluşamayacağına göre, bu bilincin kökenlendiği bir şey, bir kaynak olmak zorundadır. Ya yaratılışçıların savundukları gibi bir harici bilinç-oluşturucu kaynak kabul edersiniz, ya da hücreselliğinizi kabul edip, bilinç sisteminizin hücrelerinizden kaynaklandığını kabul edersiniz. İşte evrimci geçinen bilim adamlarının temel mantıksızlığı bu noktadadır.
     Bu nedenledir ki, bilim adamları kuvvet alanlarını (yani varlıkları yönlendiren doğa yasalarını) sanki varlıkların haricinde bir “varlıktan” etkilenerek oluşuyor şeklinde algılamakta ve harici bir etkileyici (doğa) varsaymaktadırlar.
Şimdi dinamik sistemler fiziğine göre kuvvet alanları veyahut doğa yasalarının nasıl oluştuklarını görelim.

4.1.4.   Doğa Yasaları

Doğadaki varlıkların davranışlarını açıklarken insanlar genelde şu ifadeyi kullanırlar:
 “Varlıklar doğa yasalarına uyarlar”
Peki bu doğa yasalarını kim koymuştur? Veyahut bu doğa yasaları nasıl oluşmuştur?
    Dinamik sistemler fiziği ilkeleri (Haken 2000) ortaya konuluncaya kadar, doğa yasalarının “doğa” denilen ama tam bir tanımı yapılamayan bir üst-sistem tarafından oluşturulduğu varsayılıyordu. Günümüz insanlarında (dolayısıyla tüm doğa bilimcilerde bu inanç hala tam etkindir. Nitekim kendilerini doğa-bilimci olarak niteleyen insanlar tartışmalarda hep:

   “Maddeler hiçbir zaman, fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkan hareketlerde bulunmazlar.”
     “Varlıklarda bilinç yoktur, onlar doğa (fizik) yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz.”
gibi ifadeler kullanırlar.
    Doğrudur, varlıklar fizik yasalarının dışına çıkmaz. Pek fizik yasaları nasıl oluşur? Kim oluşturur? Gökten zembille mi gelmiştir? DOM-sistemi (dolayısyla dinamik sistemler fiziği) bu konuda kesin bir açıklama ortaya koyarken, evrimciler, klasik-fizikçiler bu soruya şimdiye dek net bir şekilde cevap verememişlerdir. Onların kafası bu konuda tam bir karışıklık içindedir. Kafaları karışık olduğu için de hayata bir anlam verememektedirler. Hayata bir anlam vermeyince, toplum hayatımızdaki sorunların çözümüne de hiçbir katkı sağlayamamaktadırlar. Bizlerin (toplumsal sistemin) sorunlarına bir çözüm formülü oluşturmayan “evrim” teorilerinin neye yararı vardır? Bu evrim görüşleri havanda su döğmekten öte ne işe yararlar?
   DOM-sistemin dayandığı dinamik sistemler fiziği, information & self-organisation prensibine dayanır. Bu fizik ilkelerine göre,  “Atomlar oluşturur düzen-ölçütünü (kuralları), düzen-ölçütü (kurallar) köleleştirir atomları” şeklinde bir ortak davranış ilkesinin geçerli olduğu anlaşılmıştır. Bu kuralı daha iyi anlamak için, insanların uymak zorunda oldukları gelenek-görenek veyahut yasa-yönetmeliklere bakalım. Hem gelenek-görenekler, hem yasa-ve-yönetmelikler insanlar tarafından oluşturulurlar ve toplum da bunlara uyar! (Yasa-ve yönetmeliklere uyulmaması halkın bunların oluşturulmasında bizzat aktif olarak rol almadığı içindir!) 
    
     İşte bu nedenle doğada “information &self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği (bir başka adıyla synergetics) ilkeleri geçerlidir. Ve bu ilke gereği, doğadaki oluşumlar:
 atom-altı-öğelerinin birleşmeleriyle atomlara;
 atomların birleşmeleriyle moleküllere;
 moleküllerin birleşmeleriyle hücrelere;
 hücrelerin birleşmeleriyle bedenlere;
 bedenlerin birleşmeleriyle süperorganizma nitelikli toplumsal sistemlere
doğru ilerlemektedir.
    Varlıklar yalnız olduklarında çok hareketlidirler; bu nedenle daha rahat bir duruma ulaşmak için diğer varlıklarla ortaklıklar oluşturmak zorundadırlar. Ortaklığın kuralları bu nedenle varlıklar arası karşılıklı anlaşma ve uzlaşmalara göre olur ve doğa yasaları dediğimiz ilkeler-kurallar ortaya çıkar ve varlıklar da bu yasalara uyarlar.


Bu şekilde atom-altı-öğelerden başlanarak atomlara > moleküllere > hücrelere > bedenlere > toplumlara doğru ilerleyen bir gelişme ortaya çıkar;   alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru bir ilerleme vardır.  Evrim bu şekilde bilgi ve bilince dayalı olarak oluşur. Evrimin bu şekilde geliştiği ve genetik kayıtlarda depolanmış olduğı Adami vc diğ. (2000) tarafından öne sürülmüş ve Sharov 2006, Sharov & Gordon (2013) tarafından genetik verilerle ıspatlanmıştır. 
Bilginin Eksponansiyelliği ve Hayatın Başlangıcı

Bilginin üssel (eksponansiyel) tarzda arttığı, bilgisayar dünyasındaki bilgi-depolama kapasitesinin yaklaşık her 2 yılda bir ikiye katlandığını fark eden (Intel şirketi kurucularından) Gordon E. Moore’a (1965) atfen Moore-yasası olarak adlandırılan gelişimden sonra insanların dikkatini çekmeye başlamıştır. Bilgisayar dünyasındaki gelişimler, bilgi işlem kapasitelerinin gittikçe artması ve gittikçe daha karmaşık işlemler yapabilen aygıtların insan hayatına girmesi şeklinde baş-döndürücü bir hızla (üssel) o tarihten beri sürmektedir. Bilgi-işlem sistemlerindeki bu üssel artış, yaşamımızı etkileyen alet-edevatlarda basitten  karmaşıklığa doğru bir gidiş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Canlılar aleminde de basitten karmaşıklığa doğru bir gidiş olduğu bilinmektedir.  Sharov (2006), canlılar alemindeki bu basitten karmaşıklığa doğru gidişin de canlılar alemindeki bilgi-oluşturma kapasitesinin üssel bir şekilde artmasına dayalı olması gerektiğini düşünür. Canlılara ait bilgilerin canlıların genetik kayıtlarında bulunduğu bilindiğine göre, canlılar aleminde bu bilgi nerede dedpolanmaktadır?
Bu sorunun yanıtı Adami vc diğ. tarafından (2000) yılındaki bir yayınlarında araştırılmıştır.  Adami vc diğ. karmaşıklığın canlıların genetik kayıtlarındaki işlevsel ve vazgeçilemeyen genom kapasitesi (size of functional and non-redundant genome) ile orantılı olduğunu göstermişlerdir.
 Bu saptamadan giden Sharov (2006), canlılar alemindeki bu basitten karmaşıklığa doğru gidişin,  canlılar alemindeki bilgi-oluşturma kapasitesinin üssel bir şekilde artmasına mı dayalı olduğunu araştırır. Canlılar alemindeki önemli grupların “işlevsel ve vazgeçilemeyen genom boyutlarına” ait verileri birbirleriyle kıyaslar ve bilgi kapasitesinin (dolayısıyla karmaşıklık düzeyinin) eksponansiyel şekilde arttığını fark eder.

Sharov’un verileri şunlardır:
Memeliler: 4.8.108 bp
Balıklar: 4. 108 bp
Kurtçuklar (worms): 9.7. 107 bp
Eukaryotlar: 2.9.106 bp
Prokaryotlar: 5.105 bp
(Genom boyutları nükleotid  base pair = bp olarak verilmiştir. Yani adenin-thimin, guanine-cytosin sayısı)

 Yukarıdaki veriler, bu canlı grupların yeryüzünde ortaya çıkış zamanlarına göre bir diyagrama yerleştirilirse, şekil 1’deki görüntü ortaya çıkar.

Genom boyutu verileri logaritmik ölçekli bir diyagramda gösterilecek olursa, dağılım çizgisi lineer olur, bak şekil 2.

Şekil 2: Sharov 2006’dan alınan genom-boyutu-zaman ilişkisi grafiği.

Görüldüğü üzere canlılar aleminde karmaşıklık derecesi zaman içinde gittikçe artıyor.

Peki bu artış ne zaman başlamış olmalı? Bu soruyu kendisine soran Sharov, diyagramdaki doğrusal hattın ne zaman (0) sıfır değerine ulaşacağını, eksponansiyel büyüme oranı eğiminden yararlanarak hesaplar. Hesaplama yöntemi şekil 3de gösterilmiştir. Bu hesaplamaya göre, yeryüzünde hayatın başlangıcını, dünyamızın oluşum yaşı olan 4.5 milyar yıldan çok daha önceleri (yani yaklaşık 9.8 milyar yıl önceleri) başlamış olması gerektiğini ileri sürer.

Şekil 3: Sharov & Gordon (2013) den alınan hayatın başlangıç zamanını gösteren diyagram.





Sharov’un görüşü dinamik sistemler fiziği ile tam bir uyum içindedir. Yani  anlamı şudur: Doğada bilgi oluşumu üssel gelişmektedir, dolayısıyla her şey bilgiyle oluşmakta ve yapılmaktadır. Dolayısıyla doğa canlıdır; canlılığın başlangıcını başka bir yerde aramaya gerek yoktur, çünkü doğa canlıdır.
Tüm bu bilgiler ise DOM-sistemiyle tam bir uyum içindedirler!

    Doğada atom-altı-öğelerden başlayan ve atom-molekül-hücre-beden-toplum gibi gittikçe gelişmiş üst-sistem yapısallaşmalara doğru bir gidişat vardır. Tüm bu üst-sitemleri oluşturanlar hep bir seviye daha altta bulunan öğelerdir ve bu alt-sistem öğeleri hep daha rahat bir duruma-konuma ulaşmak için üst-sistemler içinde bir araya gelmeye çalışırlar.
    “Özet” başlığından sonra verilen ilk şekilde gösterildiği üzere, ortaklığın kurallarını ortaklar koyarlar. Doğada bir kuvvet oluşturan, bir şey yapan, varlıkların içsel dinamikleridir.
     Yani atalarımızın tanrı dediği yaratıcı-oluşturucu güç, harici bir varlık değil, varlıkların içlerindeki kuantsal kökenli bir güç sistemidir. Hâlbuki hücrelerimiz bedenlerimizi birer süper-ortaklık veyahut (süperorganizma) olarak tasarlamışlar ve öyle bir fonksiyonla donatmışlardır. Süper-ortaklık sistemi oluşumları taa atom-altı-öğelerden başlarlar.  Atomlar onların süper-ortaklıklarıdır; moleküller atomların süper-ortaklıklarıdır; hücreler moleküllerin süper-ortaklıkları, bedenler de hücrelerin süper-ortaklıklarıdır.
   Varlıkların gittikçe büyüyen süper-ortaklıklar oluşturmalarının nedeni ise, rahatlama dürtüsü olarak tanımlanabilinecek olan fiziğin “Minimum Amplitude Principle =MAP” olarak bilinen temel ilkesidir. Bu MAP ilkesi önceki paragraflarda açıklanmıştı.
     Her varlık enerjisini içindeki öğeleri vasıtasıyla sağlar.
l Biz güç ve kuvvetimizi yediğimiz besinlerden alırız, ancak o besinleri yakıp bizim el veya ayaklarımızda kullandığımız enerji türlerine dönüştürenler, içimizdeki hücrelerdir. Tüm hücreler aminoasit denilen moleküllere bağımlıdırlar, onlar olmadan hiçbir iş yapamazlar. Bu nedenledir ki, sindirim denilen olay, bedene alınan maddelerin aminoasitlerine parçalanması işlemlerinden oluşur. Aminoasitler, CO2, H2O, NH3, vs. gibi daha basit moleküllere bağımlıdırlar, onlar olmadan oluşamazlar, oluşturulamazlar!
  Sözün kısası, hücreler dâhil tüm varlıklar enerjilerini içlerindeki bileşenlerinden (atom ve moleküllerden) alırlar, dolayısıyla onlara bağımlıdırlar. Atomlar ve moleküller enerjilerini içlerindeki atom-altı-öğelerden alırlar, vs.. Ve en temelde ise kuantum dediğimiz en temel enerji öğeleri bulunurlar ve doğadaki tüm varlıkların enerji kaynağını oluştururlar. Tüm bu tabana dayalı sistemler, information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre oluşurlar ve hepsi bir alt seviyedeki “bilgilere” ek yeni bilgiler oluşturarak, daha ekonomik yeni üst-sistemler oluşturma yarışı içindedirler.
   Durum böyle iken, insan kendisini bilgi ve bilinç sahibi, diğer tüm varlıkları bilinçsiz sayan bir düşünce sistemi içindedir. Nitekim Descarte’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, sadece insanların bilinçli şekilde düşünüp-davrandığını, bilinç durumunun sadece insana özgü olduğunu, diğer varlıkların düşünemediğini vurgular.
   Bu düşünce insanlar arasında öylesine yaygınlaşmıştır ki, insanlar megalomanyaklaşmışlardır.

4.1.5.- İnsanlığın temel yanılgısı:


Değişim-dönüşüm içindeki dinamik doğada her şey, “Bileşenler oluşturur kuralları; kurallar köleleştirir bileşenleri” temel ilkesine göre gerçekleşmektedir. Bizler kendimizi öylesine “özel bir canlı” olarak görmeye şartlandırmışız ki, bedenlerimizin mimarı ve bakımcıları olan hücrelerimizi bir et-kemik yığını olarak görme hatasını yapıyoruz. Hücrelerimizi bilgisiz, sorumsuz birer öğe olarak görmekle, doğadaki iş-eylem yapıcı, olayları ve gelişimleri tetikleyici güç sistemini hücrelerde (atomlarda, vs.) arayıp, onlara dikkat vereceğimiz yerde, biz o güç sistemini dışarıda, göklerde arar duruma düşmüşüz. Biz insanlar bu bakış açısına göre kurallar oluşturunca, o kurallar bizi ona göre köleleştirmiş ve bu günkü çıkmaz sokakta kendimizi bulmuşuzdur. Bu çıkmaz hem bireysel sağlık sorunlarımızın, hem de toplumsal sorunlarımızın temel nedenidir.

Doğada her şey, çevrede gerçekleşen değişim-dönüşümleri algılamak ve onlara uyumlu hale geçme çabasıyla oluşmaktadır.

    Doğa dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemlerde varlıklar “information &self-organisation” ilkesine göre davranırlar. Yani doğal sistem hakkında bilgi oluştururlar ve o bilgilere göre kendilerini organize ederler. İnsanlar da bu doğal sistemin bir paçası olduklarından, onlar da oluşturdukları bilgilere göre kendilerini yönlendirirler.
 Peki, biz insanların sorunu nedir?
Biz insanlar toplumsal hayatımızı bir düzene sokmak istiyoruz.
Ama, arılar, karıncalar gibi hayvan, hatta böcek dediğimiz varlıklar kadar bile başarılı olduğumuz söylenemez. Başarsızlığımızın nedeni kısaca şudur.
     Doğada bir denge düzen oluşumu vardır ve bu denge-düzen varlıkların kendi iç dinamikleriyle oluşturulmaktadır. 

Günümüz dünyasındaki insanların hayat anlayışları ve doğal sistem görüşlerine bakınca şu iki grup altında toplandıkları görülür:
   è1- Doğadaki denge ve düzenin Allah (God), tanrı, vs. gibi harici bir yaratıcının emriyle oluşturulup-işletildiği inancına sahip olanlar;
   è2- Doğadaki denge ve düzenin evrim denilen, varlıkların rasgele karşılaşmaları ve çarpışmalarıyla fizik-kimya yasaları uyarınca oluşmuş ve doğal seleksiyon denilen bir secici sistem tarafından ayıklanarak devamları sağlanması şeklinde oluştuğu şeklinde bir inanca sahip olanlar.

Bu hayat görüşü ve doğal-sistem anlayışlarının her ikisinin de, yukarıda adı geçen DOM-sisteminden bir farkları vardır: o da, her iki görüşte de doğadaki düzenin varlıkların aktif, bilgili, bilinçli karşılıklı etkileşimleriyle değil, varlıkların dışında (haricinde) bir yaratıcı (Allah, God) veyahut doğal seçici tarafından kaderlerinin belirlendiğidir!
    Toplumları yöneten parti dediğimiz siyasi oluşuklar, yukarıdaki iki temel hayat görüşlerinin birine dayanarak varlıklarını sürdürürler.
    Sağcı-muhafazakar partiler genelde 1 seçeneğe (yaratılışçılığa) dayanırken, solcu (sosyalist) partiler daha çok evrimci görüşü ön plana alarak parti siyasetini oluştururlar. Bunun haricindeki diğer partilerin de hayata bakış açıları temelde bunlara benzer
    DOM- sistemi ise tam tersi görüşü savunur ve bu yönüyle tüm diğer mevcut hayat görüşlerinden farklıdır.
   Sorunlarımızın temel nedenine bakarsak hastalığın temel nedeninin ne olduğu çabucak anlaşılır.
    Tüm toplumlarda, tepeye bağımlı örgütlenmeler egemendir. Bunun neden bu şekilde olduğu yukarıdaki web-sitesinde açıklanmıştır ve bu nedenle burada ayrıntılarına girilmeyecektir.

Toplumu kim(ler) sahiplenmeli:

         Toplum hayatının nimetlerinden yararlanmalarına rağmen, insanlar toplumsal sistemi her yönüyle sahiplenip, onu korumaya ve geliştirmeye çalışmaz, toplumsal sistemin sevk ve idaresini tepeye yerleştirilmiş belli kişilere veya zümreler bırakır. “Devletin malı deniz- yemeyen domuz” “Bana ne, ben mi toplumu kurtaracağım” gibi düşünceler insanlar arasında yaygındır, Bunun böyle olmasının temel nedeni ise, toplumu daha rahat yaşayabilmek için oluşturulan bir süper-organizma, kendisini de nu süper-organizmanın bir ortağı olarak görmemesidir. Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) bilgileriyle eğitilerek yetiştirilecek insanlar, toplumu bir süper-organizma, kendilerini de bu süper-organizmanın bir parçası olarak kabul edeceklerdir. Böylelikle tüm sorunlar yavaş-yavaş ortadan kalkacaktır.



Öylesine kötü kurgulanmış bir yaşam sistemi içindeyiz ki, 

► ya yaşam mücadelesinden başımızı kaldırıp, doğru olduğuna inandığımız bir işlemi yapacak zaman bulamıyoruz;
► ya da, öylesine pasifleştirilmişiz veya umutsuzuz ki, “ne yapsam boşuna, benim bir oyumla veya işlemimle mi bu dünya düzelecek” şeklinde bir davranış içindeyiz.
Bu tür yanlışlıklarımız nedeniyle, geleceğimizi düşünerek,
► ya üç-beş kuruş para kazanarak yarını kurtarma
► ya biraz mal-mülk edinerek çocuklarımızın geleceğini biraz da olsun güvence altına alabilme çabaları peşinde koşuyoruz. Daha başka türlü bir şey yapmak aklımıza gelmiyor.

Halbuki çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras, birkaç kuruş para veyahut biraz-mal-mülk değil, hayatın ne olduğu, niçin yaşandığı, nasıl yaşanması, nasıl örgütlenilmesi gerektiği gibi temel konular olmalıdır.

Neden mi?
Hücrelerimize bakalım, onlar gelecek nesillerine neyi miras bırakıyorlar?
Bir beden nasıl oluşturulur, hangi tür faktörlere bağlıdırlar, vs. gibi milyonlarca farklı faktör bilgilerinin bulunduğu bir genetik kitapçık bırakıyorlar. Her yeni nesil hücre de bu kalıtsal bilgilere göre, doğduğu doğal sistem içinde kendisine bir yer bulmaya ve yaşamaya çalışıyor. Kendisine miras kalan bilgilerin doğadaki sisteme uygunluk derecesine göre de başarılı oluyorlar.

İnsanlar doğayı canlı kabul etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi, varlıklardan ayırıp, onun varlıkların haricinde bir şeyden kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları, hayalleri, vs) anlayamayıp, bu olayların bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.

Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim adamlarının da çok büyük günahı bulunmaktadır. Şöyle ki: Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir:

“Newton’cu görüşe göre, Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”

Newton’un  evrensel gravite yasası, ve “the three laws of motion = hareketin üç yasası” gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-canlılık vericilik” hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.

Günümüz evrimcilerinin   ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri Newton’cu doğal sistem görüşünden kaynaklanırlar.

Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli doğa görüşünde, bir iş veya eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır.

Şimdi deneysel gözlemlere dayalı verilere bakarak, doğada iş-eylem yapıcı öğelerin varlıkların dışında mı, yoksa varlıkların içinde mi olduklarına bakalım.
►1- Bir bedende tüm işlevler, beden içindeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hatta bizlerin serbest irade dediğimiz ve bilinçli olmamıza gerekçe gösterdiğimiz davranışımız bile, bizler karar vermeden saniyelerce önce, beyindeki hücrelerimizce belirlenir. (Örn. bir deneyde bir salona 50 kişi konur ve her birinin önüne mavi –yeşil – kırmızı renklerde üç düğme yerleştirilir. Kişilere dışarıdan hiç müdahale olmadığında, bir düğmeye basmaları istenilen deneklerin bastıkları düğmeler gelişi güzel bir dağılım gösterir. Beyinde mavi – yeşil – kırmızı gibi renkleri algılayan hücrelerin hangi frekanslarda bu işlemi yaptıkları saptanabilmektedir. Yani bir bedene ait binlerce farklı işlemleri yapan özel hücreler bulunmaktadır ve hangi hücrelerin neler yaptıkları saptanabilinmektedir. Dolayısıyla, mavi rengi algılayıcı hücrelerin hassas oldukları (ama biz insanların algılayamadığı) bir sinyal verilip, deneklerden herhangi bir düğmeye basmaları istendiğinde, tüm deneklerin mavi düğmeye bastıkları saptanır, vs.) Dolayısıyla, bir bedende tüm işlemleri yapanlar, karar verenler, vs, hep o bedenin içindeki hücreleridir.
►2- Atmosfer veya hidrosferdeki her bir molekül, kendisine komşu en yakın moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerini algılar ve en düşük değerdeki komşusuna doğru hareket eder. Rüzgar ve akıntı kuvvetleri ve sistemleri bu şekilde oluşurlar.
►3- Atomlar dünyasına gittiğimizde, orada işleri yapan ve karar alanlar da yine atom veya moleküllerin bileşenleri olan foton, elektron gibi atom-altı-öğelerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgiler için çift-yarık deneyi, refleksiyon-refraksiyon olayları gibi bölümlere bakılabilinir. Doğadaki en temel enerji birimi kuantlar olduklarından, ve enerjinin nerede çok, nerede az yoğunlaşması gerektiğine de onlar karar verdiklerinden, doğadaki tüm işlemlerin yapıcıları ve planlayıcılarının kuantlar alemi olduğu ortaya konmuş olur.

Kuantların enerji dağıtımı sistemi, varlıkların yapısal-dokusal durumlarındaki değişimlere göre olur ki, bu da bilgi dediğimiz enerjinin nerden nereye akacağını belirleyen faktörle tam bir çakışma gösterir. Şöyle ki: Kandel’in Nobel ödüllü araştırmaları, bilgi denilen öğrenme olaylarının hücrelerin sinaps yapısallaşmalarında gerçekleşen kimyasal ve fiziksel değişiklikler şeklinde kayıt edildiğini ortaya koymuştur. Bilgi enerjinin nerden nereye aktarılması gerektiğini belirleyen faktör olarak tanımlandığına göre, varlıkların kimyasal formülleri ve fiziksel etkileşim sinyalleri doğadaki olayların nerden nereye ve nasıl olacağını belirleyici kriter olmuş olur.
Dolayısıyla, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, varlıkların alt-bileşenleri olan öğelerce, bilgi oluşturularak, yani varlığın kimyasal-fiziksel yapı ve dokusu çevredeki enerji durumuna göre değiştirilerek, gerçekleştirilmektedir. Bu şekilde doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistem olmaktadır.

Yani, doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistemdir. Doğal sistem, kendi kendileri arasında sürekli bir iletişim ve haberleşme sistemi içinde olan, kendi-kendilerini düzenleyen, kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyecek kuralları karşılıklı etkileşimlerle kendileri oluşturan ve bu şekilde kendi-kendilerini örgütleyen canlı, yaşayan bir sistemdir.

Buna dinamik sistemli doğa görüşü denir.
Statik sistemli doğa görüşü ile dinamik sistemli doğa görüşü arasındaki en temel fark, yapıcılık-oluşturuculuk  (yaratıcılık) erkinin, birincisinde varlıkların dışında bir sistemde tasarlanması, ikincisinde ise varlıkların kendi içlerindeki bileşenlerinde olduğudur. Hayatın neden ölüm-doğum (tavuk-yumrta) döngüsü içinde olduğunun anlaşılması açısından bu farkın bilinmesi çok büyük önem taşır.

Şimdi sizler karar verin, doğada hangi sistem geçerlidir? Dinamik sistem mi, statik sistem mi?
Dolayısıyla toplumsal sistem oluşturulması tepeye mi bağımlı olmalıdır, tabana mı?


DOM-sistemi doğadaki bilgi oluşturma sisteminin, yani yapı ve dokusal değişmelerin neden ve nasıl olduklarının araştırılıp, zaman (dolayısıyla onun bir dilimi olan ömür) kavramanın anlamının ortaya konulmasına dayalı doğal-sistem verilerinin derlenip-düzenlendiği bir kaynak oluşturmaktadır. Zamanı anlamak, hayatı anlamaktır. Hayatı anlarsak, çocuklarımıza hayali masallar değil, gerçek doğal sistem bilgileri anlatmaya ve onların bu doğa ve dünya hayatına uyum sağlayan birer varlık olarak orada yerlerini alıp, korkusuz ve huzurlu bir yaşama başlamalarına öncülük etmiş oluruz.

DEVAMI







3 yorum:

  1. hocam burda bir hususa açıklık getirmek gerekir. "...arılar-karıncalar gibi işleyen, doğal sisteme tamamen uyumlu bir toplum yapısı ve örgütlenmesi..." derken, onları taklit etmeyi önermediğinizi, tüm diğer canlılardan çok daha yetenekli insan aklıyla daha mükemmel bir sistem kurulabileceğini söylemek istiyorsunuz sanırım.

    YanıtlaSil
  2. Burada vurgulanan arıların ve karıncaların görevlerini olması gerektigi gibi yapması, suistimal icinde olmaması. Bize göre daha basit yapıdaki canlılar bile bunu basarabiliyorken, nicin insanlık yapamıyor, nerede ne tür hatalar var, bu durum irdeleniyor..

    YanıtlaSil
  3. Evet, Böcekler bile doğada bir denge ve düzen sistemi oluştururken, insanların oluşturamaması, insanların mantıksal sistemlerinin çocukluk evresinde "ağaç yaşken eğilir" ve "Ne ekersen onu biçersin" özdeyişleri gereği, bozulmuş olması nedeniyledir. Büyüdüklerinde de artık mantıklı davranamazlar. DOM-sistemi içindeki tüm dosyalar okunup-anlşaılırsa, bu mantık çarpıtılmasının nasıl önleneceği de anlşaılır.

    YanıtlaSil