DOM-eki- 3: Evrimcilerin büyük günahı
“Her toplum layık olduğu
sisteme göre yönetilir” diye bir söz vardır. Bunun anlamı şudur: Her şey, kişilerin
(toplumun) sahip olduğu bilgiye göre gerçekleşir. Toplumun bilgisi,
yöneticilerin uyguladıkları politikalarla belirlendiğine göre,
politikacılar-yöneticiler ne ekmişlerse, o biçilmektedir.
Teokratik sistemlerle yönetilen toplumlar
doğal olarak tepeye-bağımlılık esas alınarak eğitilmişlerdir ve toplumsal
sistemin sahipliği tepedekilere bırakılmıştır. O tür toplumlarda kişilerde bir
kendi-kendini-yönetme, toplumsal sistemi sahiplenme gibi demokratik düşünce ve
davranış tarzı yoktur.
Tepeye bağımlı sistem
bilgileriyle eğitile gelmiş bir topluma, tepeye bağımlı bir sistemin doğada mevcut
olmadığı, doğal sistemde her şeyin tabana dayalı olarak geçekleştiği şeklinde doğabilimsel
bilgiler verilmeden demokratik sistem kuralları uygulamaları istenirse, ya
Türkiye’de olduğu gibi, yıllar süren yarı demokratik denemelerden sonra tekrar
teokratik sisteme dönüş yoluna gelinir, veyahut da, anomi denilen karmaşa
sistemi ortaya çıkar ki, bu da Irak, Afganistan gibi ülkelerde yaşanan
durumdur.
Türkiye Cumhuriyet’le
birlikte teokratik sistemi terk etmiş ve “hayatta en hakiki mürşit bilimdir”
temeline dayalı bir yaşam sistemine geçemeye çalışmıştır. Ama bilim adamlarının
doğal sistemi gerçeklere uygun şekilde yorumlayamamaları nedeniyle, sanki
“doğada bir denge-düzen yokmuş, her şey düzensizliğe doğru gidecekmiş” şeklinde
çok hatalı bir termodinamik-fizik-yasası yorumu nedeniyle, insanlık bir manevi
boşluğa düşmüştür. Evrimciler de bu kervana katılmışlar, ve canlıların
bilgiye-bilince dayalı olmayan (rastgele) mutasyonlar sonucu oluştuğunu,
dolayısıyla, “insan ne yapsa boşuna; doğa bildiğini okur” gibi bir hayat
görüşünün okullarda öğretilmesine öncülük etmiştir ve hala da o yoldadır.
Dinamik sistemler fiziği + kuantum fiziği konularında temel
bilgilere sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve bilinçsiz
şekilde, tesadüfi davranışlarla oluşup-geliştiklerini ve “doğal seçilim”
dedikleri hayali bir seçici sistemle iyilerin seçilip, kötülerin ayıklandığı
şeklinde bir evrim bilgisiyle gençliğimizi yetiştirmişlerdir. Bu tür yanlış bir
doğal sistem görüşü ile yetişen gençlik ise, dinamik sistemler ve kuantum
fiziği gibi çağdaş bir bilim anlayışına göre oluşturulmuş DOM-sistemi gibi
insanlığın tüm sorunlarının tek bir nedenden kaynaklandığını gösteren bir hayat
görüşüne körü-körüne saldırmakta ve çamur atmaktadırlar. Bilgi ve mantık bir
varlığın sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir. Her (mantıklı) varlık kendisi
için neyin iyi-yararlı, neyin kötü-zararlı olduğunu bilir. Bir varlık kendisi
için neyin yararlı - neyin zararlı olduğunu ayırt edemiyorsa, onun mantıksal
değerlendirme sisteminin doğru çalıştığı söylenemez. DOM-sisteminde, insanlığın
tüm sorunlarını tek bir nedene indirgendiği, dolayısıyla bu nedenin ortadan
kaldırılmasıyla da tüm sorunlarının çözüleceği gösterildiğine (ve buna kimse
itiraz edemediğine) göre, DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar
sağlam mantıklı olduklarını nasıl iddia edebilirler?
Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy
Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak Türkiye Cumhuriyetinin en az 50
yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden daha vahimdir.
¤-A- İnsanlar doğayı canlı
kabul etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi, varlıklardan ayırıp, onun
varlıkların haricinde bir şeyden kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni
atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz
oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri
(rüyaları, hayalleri, vs) anlayamayıp, bu olayların bedene girip-çıktığını
varsaydıkları hayali bir varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını
varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı
düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.
Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim
adamlarının da çok büyük günahı bulunmaktadır. Şöyle ki: Dünyamıza gelmiş en
büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir:
“In the Newtonian view, God had created, in
the beginning, the material particles, the forces between them, and the
fundamental laws of motion. In this way, the whole universe was set in motion
and it has continued to run ever since, like a machine, governed by immutable
laws. = Newton’cu görüşe göre, Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını,
onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel
yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez
yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”
Newton’un
evrensel gravite yasası, ve “the three laws of motion = hareketin üç yasası”
gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o
kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-canlılık vericilik”
hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da
etkilemektedir.
Günümüz evrimcilerinin ‘Hiçbir maddenin
bilinci yoktur… Onlar fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’
şeklindeki görüşleri Newton’cu doğal sistem
görüşünden kaynaklanırlar.
Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir.
Statik sistemli doğa görüşünde, bir iş veya eylem yapan, planlayan veya düşünen
hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak
tasarlanmıştır.
Şimdi deneysel gözlemlere dayalı verilere bakarak, doğada
iş-eylem yapıcı öğelerin varlıkların dışında mı, yoksa varlıkların içinde mi
olduklarına bakalım.
u1- Bir bedende tüm işlevler, beden içindeki
hücrelerce gerçekleştirilir. Hatta bizlerin serbest irade dediğimiz ve bilinçli
olmamıza gerekçe gösterdiğimiz davranışımız bile, bizler karar vermeden
saniyelerce önce, beyindeki hücrelerimizce belirlenir. (Örn. bir deneyde bir
salona 50 kişi konur ve her birinin önüne mavi –yeşil – kırmızı renklerde üç
düğme yerleştirilir. Kişilere dışarıdan hiç müdahale olmadığında, bir düğmeye
basmaları istenilen deneklerin bastıkları düğmeler gelişi güzel bir dağılım gösterir.
Beyinde mavi – yeşil – kırmızı gibi renkleri algılayan hücrelerin hangi
frekanslara duyarlı olarak bu işlemi yaptıkları saptanabilmektedir. Yani bir
bedene ait binlerce farklı işlemleri yapan özel hücreler bulunmaktadır ve hangi
hücrelerin neler yaptıkları saptanabilinmektedir. Dolayısıyla, mavi rengi
algılayıcı hücrelerin hassas oldukları (ama biz insanların algılayamadığı) bir
sinyal verilip, deneklerden herhangi bir düğmeye basmaları istendiğinde, tüm
deneklerin mavi düğmeye bastıkları saptanır, vs.) Dolayısıyla, bir bedende tüm
işlemleri yapanlar, karar verenler, vs, hep o bedenin içindeki hücreleridir.
Bizler deriyle kaplı bedenlerin içlerini göremediğimizden,
beden içinde gerçekleşen “koşuşturmayı, hücreler arası sinyal alış-verişlerini,
bu sinyalleşmelere dayalı olarak gerçekleşen ve bir-birlerini takip eden
binlerce kimyasal reaksiyonu, vs” hiç fark edemeyiz.
u2- Atmosfer veya hidrosferdeki her bir molekül,
kendisine komşu en yakın moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerini algılar ve
en düşük değerdeki komşusuna doğru hareket eder. Rüzgar ve akıntı kuvvetleri ve
sistemleri bu şekilde oluşurlar.
u3- Atomlar dünyasına gittiğimizde, orada işleri yapan
ve karar alanlar da yine atom veya moleküllerin bileşenleri olan foton,
elektron gibi atom-altı-öğelerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgiler için çift-yarık
deneyi, refleksiyon-refraksiyon olayları gibi bölümlere bakılabilinir. Doğadaki
en temel enerji birimi kuantlar olduklarından, ve enerjinin nerede çok, nerede
az yoğunlaşması gerektiğine de onlar karar verdiklerinden, doğadaki tüm
işlemlerin yapıcıları ve planlayıcılarının kuantlar alemi olduğu ortaya konmuş
olur.
Kuantların enerji dağıtımı sistemi, varlıkların
yapısal-dokusal durumlarındaki değişimlere göre olur ki, bu da bilgi dediğimiz
enerjinin nerden nereye akacağını belirleyen faktörle tam bir çakışma gösterir.
Şöyle ki: Kandel’in Nobel ödüllü araştırmaları, bilgi denilen öğrenme
olaylarının hücrelerin sinaps yapısallaşmalarında gerçekleşen kimyasal ve
fiziksel değişiklikler şeklinde kayıt edildiğini ortaya koymuştur. Bilgi
enerjinin nerden nereye aktarılması gerektiğini belirleyen faktör olarak
tanımlandığına göre, varlıkların kimyasal formülleri ve fiziksel etkileşim
sinyalleri doğadaki olayların nerden nereye ve nasıl olacağını belirleyici kriter
olmuş olur.
Dolayısıyla, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, varlıkların
alt-bileşenleri olan öğelerce, bilgi oluşturularak, yani varlığın
kimyasal-fiziksel yapı ve dokusu çevredeki enerji durumuna göre değiştirilerek,
gerçekleştirilmektedir. Bu şekilde doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm
içinde olan dinamik bir sistem olmaktadır.
Yani, doğa
sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistemdir. Doğal sistem, kendi
kendileri arasında sürekli bir iletişim ve haberleşme sistemi içinde olan, kendi-kendilerini
düzenleyen, kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyecek kuralları karşılıklı
etkileşimlerle kendileri oluşturan ve bu şekilde kendi-kendilerini örgütleyen
canlı, yaşayan bir sistemdir. Buna dinamik sistemli doğa görüşü denir.
Statik sistemli doğa görüşünde madde ve onu oluşturan
bileşenleri hep cansız, katı-sert varlıklar olarak düşünülmüştür. Bu nedenle
atom dediğimiz en temel elementler de minik birer bilye gibi tasarlanmışlardır.
Hâlbuki atom dediğimiz temel elementler bir bilye gibi sabit-sert
şeyler değildirler. Onlar cıvıl cıvıl hareketli ve çok belirgin kurallara göre
davranan ve çevrelerinde ne olup-bittiğini sürekli gözlemleyip, o değişimlere
göre kendilerini ayarlayan, sürekli bir değişim içinde olan varlıklardır. Yani
canlı davranışı gösterirler, dolayısıyla canlı kabul edilmelidirler. Ama bilim
adamları şartlanmışlıkları nedeniyle onları cansız varsaymaya devam
etmektedirler.
İnsanların doğa ve dünyayı, dinamik sistemli değil de,
statik sistemli olarak kabul etmelerindeki en önemli faktörlerden birisi zaman
kavramının anlamını yanlış yorumlamış olmalarıdır.
Zaman kavramı atalarımız tarafından, doğa ve dünyanın
varlıkların içsel bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleri sonucu,
yapısal-dokusal durumlarını sürekli değiştirmeleri sonucu gerçekleşen bir
enerji-madde kombinasyon farklılıkları görüntüleri olarak değil de, varlıkların
dışında olduğu varsayılan bir kuvvet uygulayıcısının ömrüne endeksli bir
ebediyet olarak düşünmüşlerdir. Doğadaki varlıkların “information &
self-organisation” sistemine göre kendi kendilerince değil de, harici bir
ekstra varlıkça oluşturulup-yönlendirildiği kabul edilince, bu yaratıcı
varlığın ebedi olmasının tasarlanması kaçınılmazdır. Yoksa doğa kendi kendine
nasıl varlığını sürdürebilir ki?
Zaman kavramının anlamı ilk defa Gedik 1998 yayınıyla
değişim-dönüşüm sistemli olarak tanımlanmış ve delilleriyle ıspatlanmıştır. Bu
nedenle
GEDİK, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine:
Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52, s. 75-139. Ankara.
yayını bilim tarihinde çok önemli
bir dönüm noktası oluşturur.
►1- Atomların proton ve
nötronlardan oluşan ve kütlesinin nerdeyse tamamını oluşturan bir çekirdekleri
vardır. Bu çekirdek femtometre (fm) (10 -15
m .) ölçeğindedir. Bu çekirdeğin 100.000 fm uzağında bir
yörüngede ise, dönen elektronları yer alır. Bu nedenle atom dediğimiz temel
elementler nerdeyse çekirdeğinde bir toplu iğne ucu kadar bir çekirdek ve onun
çevresinde devasa bir balon ve o balon üzerinde dönen elektronlardan oluşmuş
gibidirler. Hem çekirdekteki proton ve nötronlar kendi etraflarında dönerler,
hem de elektronlar (hem çekirdek hem de kendi etraflarında) dönerler.
Atom-altı-öğeler dediğimiz proton, elektron gibi varlıkların
dönme-hareket hızları bulundukları ortamın (sistemin) boyutu ile ters
orantılıdır. Yani sistem boyutu ne kadar küçükse, o derecede daha hızlı
dönerler. Protonların atom içindeki ortamı femtometre, elektronların ise
angström (100 000 fm) ölçeğinde olduğundan, elektronlar saniyede 600 mil hızında dönerlerken,
protonlar 40 000 mil/sn hızında dönerler. Böylesi muazzam bir hızla dönen
sistemler, sert-cisim davranışı gösterirler ki hızla dönen bir kâğıt parçasının
bir testere gibi her şeyi kesmesindeki etkiden kaynaklanır. Ama gerçekte onlar
sert bir cisim değil, çok hareketli-canlı öğelerdir. Atom-altı-öğelerin bu
canlılığı-hareketliliği, onların enerji dolu olmalarından kaynaklanır.
Varlıklar hücre > molekül > atom >
proton-nötron-elektron gibi daha küçük bileşenlerine ayrıldıkça, bu
bileşenlerin davranışları ve çevreleriyle etkileşimlerinde de çok büyük
değişiklikler olur. Örn. bir insan 3-5 faktörü ancak birbirleriyle ilişkili
hesaplamalar yapabilirler (3 bilinmeyenli denklemlerden sonrasını çözmek için
matrix hesaplamaları gerekir ve bunu çoğu insan yapamaz). Beynimizdeki hücreler
10 000den fazla farklı faktörün birbirleriyle ilişkili hesaplamalarını
yapabilirler. Bir çekül veyahut pusula iğnesi, dünya üzerindeki tüm diğer
varlıkları dikkate alıp, karşılıklı olarak ilişkilerini hesaplayabilirler. Bir
elektron ise evrensel ölçekte tüm varlıkları değerlendirip karşılıklı
ilişkilerini hesaplayabilir. Bu nedenle atom-altı-öğeler dünyası, evrensel
sistemle bütünleşiktir.
Bu nedenle kuantum fiziği atom-altı-öğeler dünyasının
evrensel ölçekte bir ilişki ağı içinde olduğuna işaret eder. “In
sub-atomic-world, classical concepts like ‘elementary particle’, ‘material
substance’ or ‘isolated object’, have lost their meaning; the whole universe
appears as a dynamic web of inseparable energy patterns. …
therefore, they cannot be seen as an isolated entity, but has to be
understood as an integrated part of the whole.” (Atom-altılar dünyasında ‘temel
parçacık’, ‘maddi varlık’ veyahut ‘izole nesne’ gibi kavramlar anlamsızdırlar;
tüm evren birbirlerinden ayrı olmayan dinamik bir enerji ağı yapısı olarak
karşımıza çıkar. … Bu nedenle onlar izole –ayrık birimler değil, birbirleriyle
entegrasyon içinde olan bir bütündürler.)
Bizler maddeleri passif ve hareketsiz olarak düşünürüz. Ama
bu varlığın iç-yapısına büyülterek baktığımızda, onun atomlarının birbirleriyle
bağlantılı ve çevrelerindeki enerji-düzeyi değişimleriyle bağlantılı sürekli
bir titreşim içinde olduklarını görürüz.
Bu nedenle doğa ve dünya, birbirleriyle karşılıklı enerji
alış-veriş-ağı içinde olan tümleşik (entegre) bir sistemdir. Madde (kütle)
dediğimiz şey, enerjinin bir yoğunlaşma türüdür. Bunun böyle olduğu E=mc2
formülüyle ıspat edilmiştir. Diğer taraftan “zaman kavramı” enerjinin hangi tür
madde-türleri ardışımlarından oluştuğuna bağlı bir enerji-madde dönüşüm göstergesidir.
Mekan dediğimiz uzay sistemi de madde dağılımlarına dayalı bir ortam olduğuna
göre, uzay ve zaman birbirleriyle bağlantılı olmuş olur. (Einstein’in
rölativite teorisi).
Atomlar, atom-altı-öğelerden oluşurlar, ama bu
atom-altı-öğeler bir madde (parçacık) değil, karşılıklı olarak birbirlerine
dönüşen farklı enerji paketçikleridir. Onları gözlemleyenler onların bir madde
olarak değil, sürekli farklı dans figürleri yapan enerji-paketçikleri şeklinde
olduğunu görürler.
Atom-altı-öğeler dünyasında sürekli bir enerji dansı
oynanır. Örneğin çekirdek içinde proton-nötronlar arası sürekli bir
değişim-dönüşüm gerçekleşir, meson denilen sanal öğeler sürekli oluşup – tekrar
yok olurlar ve bu şekilde aynı elektrik yüküne sahip protonların birbirlerini
itmelerini önleyerek, onların çekirdek içinde bir arada bulunmalarını
sağlarlar.
Uranyum gibi radyoaktif elementler sürekli daha hafif diğer
elementlere parçalanırlar ve He + e- + gamma-ışınları şeklinde radyasyonlar
yayarlar.
Çok enerjik fotonların çarpışmasıyla elektron-pozitron
çiftleri oluşur.
Gerek güneşten, gerek diğer uzay cisimlerinden gelen kozmik
ışınlar dünyamız atmosferine girdiğinde, atmosferdeki moleküllerle etkileşmeye
başlarlar ve bir sürü değişim-dönüşüm geçekleşir. Daha önce var olan kimyasal
elementler, proron-nötron sayılarında değişikliklere uğrarlar ve başka kimyasal
elementlere dönüşürler. Örneğin karbon atomundan azot atomu oluşur, vs.
Benzer olaylar bir şimşek çakması olayında da yaşanır ve
dünyamızın kimyasal bileşimi sürekli değişir!
Yani doğa ve dünyada sürekli bir oluşum ve yok oluş
ardalanması birbirini takip eder gider. “Modern physics has shown us that
movement and rhythm are essential properties of matter; that all matter,
whether here on Earth or in outer space, is involved in a continual cosmic
dance. = çağdaş fizik ritim ve hareketin maddelerin en temel özelliği olduğunu
göstermektedir; ister dünyamızdaki, ister uzaydaki tüm maddeler sürekli bir
kozmik dans içindedirler”
Günümüz bilgileri, varlıkları oluşturan, hücre, atom gibi bileşenlerin
canlı-hareketli olduklarını ve kendi aralarında karşılıklı olarak
haberleşip-etkileşerek, doğadaki üst-sistem oluşumları gerçekleştirdiklerini
göstermektedir. Bu tür sisteme de dinamik doğal oluşum sistemi denilmekte ve
“information & self-organisation” olarak özetlenmektedir.
►2- Dinamik sistemlerin, “Information &
self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği kurallarına göre
işleyip-geliştiği son çeyrek asır içinde ortaya konulmuştur.
►3- Buradaki “Information=bilgi” sözcüğü, enerjinin nerden
nereye akacağını gösteren faktör olup, varlıkların yapısal-dokusal durumları
ile belirlenir. Yani varlıklar sürekli olarak yapısal-dokusal durumlarında
değişiklikler yaparak, enerjiyi nasıl kullanacaklarını belirlerler. Örn. SiO2
piezoelektrisite özelliğine sahiptir, uçlarına alternatif akım bağlanınca,
titreşmeye başlar ve bu şekilde saatlerimizin, radyolarımızın çalışmasının
temelini oluşturur. H2O sıfır derecede donup, 100 derecede
buharlaşarak ve bu olaylar sırasında gram başına 80 kalori vererek veyahut 539
kalori alarak doğadaki enerji dağılımı düzenlenmesinde önemli rol oynar. Yani
doğadaki tüm varlıklar çevre koşullarını dikkate alarak yapı ve dokularını
sürekli değiştirirler. Bu durum bizlerin bedenlerinde de sürekli gerçekleşir. Biz
bir şey öğrendiğimizde, sinaps yapıları ve dokuları değişir. Kötü bir haber
aldığımızda, bir dakika önceki şen-şakrak durumumuz aniden kaybolur ve üzüntü
dolu bir hal alınır, çünkü hücrelerde bir sürü kimyasal değişiklik olmuştur.
Hücrelerdeki bu değişiklikler, onların içindeki moleküllere ve atomlara kadar
geri yansır; atomların spin ve polarizasyonları değişir; spindeki değişim,
elektrik akımlarını değiştirir; bunlar sonucu bedendeki tüm
(biyo-fiziko-kimyasal) elektromanyetik alan sistemlerinde değişiklikler olur.
Ve ruhsal değişiklik dediğimiz durum ortaya çıkar. İşte “ruh” böyle bir
karşılıklı etkileşim ürünüdür.
►4- Doğadaki kuvvet denilen faktör ise, enerjinin bir yerden
bir yere akmasıyla oluşur. Dünyamızın kimyasal ve fiziksel yapısında değişiklikler
oluşur, buna uygun olarak enerji akış güzergahları değişir ve sonrası doğadaki
olaylar zinciri! Denizlerdeki akıntılar, atmosferdeki rüzgarlar, deprem
oluşturan fay hareketleri hep böyle oluşurlar.
►5- Klasik evrimciler
doğadaki olayların “Information & self-organisation” ilkelerine göre, yani
varlıkların bilgili ve bilinçli davranışlarına göre olduğundan habersizdirler.
Bu nedenle hala dinamik sistemde değil, statik sistemde düşünen klasik
fizikçilerin izinden giderek, “doğada ve evrende her şeyin düzensizliğe doğru
gittiği ve gideceği, evrimde bir amaç ve hedef olmadığı, dolayısıyla
varlıkların bilgi ve bilinçle bir amaç veya hedefe doğru gitmelerinin söz
konusu olamadığını iddia ederler. Varlıkların doğa yasalarına uyduklarını ve
otomatik-robotlar olarak hareket ettiklerini söylerler.
►6- Ancak şu soruları kendilerine sorup, bir cevap
aramazlar:
²-Doğa dediğiniz varlık
nelerden oluşuyor? Atom- veya moleküllerden oluşmayan bir doğa mı var?
²-Doğa yasaları nerden
geliyor? Gökten zembille mi indirildi?
²- Yasalar bir bilgi
manzumesidir. Peki, bu doğa yasaları bilgileri nerde depolanıyorlar?
Kendisine bu soruları sorup, cevabını aramamış evrimcilerin
doğal sistem işleyişi hakkındaki görüşleri (yani evrimden anladıkları) kökten
hatalı olmak zorundadır.
►7- Bilginin eksponansiyelliği –ki varlıkların en küçük
bileşenlerinin bilgili-bilinçli davranmalarını gerektirir- sadece Gedik (1998,
2006, 2008) tarafından ileri sürülmüş değildir. Chaisson (2001 ve 2010) da,
“Energy Rate Density as a Complexity Metric and Evolutionary Driver” adlı yayınında, ‘enerji oranı yoğunluğu=bir
varlığın bir gramında bir saniyede kullanılan enerji (erg)” adlı bir kavram
oluşturarak, doğadaki gelişimlerde bilgi faktörünün sayısal bir şekilde ifade
edilmesine olanak sağlayan bir yöntem ortaya koymuştur. Bu yöntemi uygulayarak,
evrensel düzeyde bilgi faktörünün eksponansiyel şekilde geliştiğini göstermesi,
Gedik’in buluşunu destekleyen ve tam bir uyum gösteren çok önemli bir
araştırmadır.
Dolayısıyla, bilgili-bilinçli davranış insana özgü bir
özellik değil, varlıkların en küçük bileşenleriyle başlayan bir özelliktir.
►8- İnsanların kendilerini bilinçli, ama kendilerini
oluşturan bileşenlerini bilinçsiz sayması tam bir
mantıksızlık+kendini-beğenmişlik + bilgisizlik göstergesidir. Bilinçsiz bir
varlıktan bilinçli bir varlık nasıl oluşabilir? Çoğu insan bunu “Birleşikler,
parçalarının ayrı-ayrı özellikleri toplamından daha fazla özelliğe
sahiptir” genel bilgisiyle açıklarlar.
Evet bu doğrudur ve “Theory of integrated levels= Tümleşik
sistemler teorisi”nin ilkelerinden biridir.
¤- Her düzey,
altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir
özellik taşır.
Ama bu teorinin şu ilkeleri de bulunmaktadır ve onlar da
doğada aynen geçerlidir:
¤-Her sistemde, üst
düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey
alt düzeye yön (hedef) gösterir.
¤-Herhangi bir düzeyin
oluşumunda, karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Bu maddelere göre de, bir şey oluşturma yeteneği (bilgisi) o
varlığın bileşenlerindedir. Dolayısıyla, bilinçli denilen (insani) bir varlığı
oluşturan bileşen bilgisiz-bilinçsiz olamaz. O hücreler insan bedenini,
kendilerine gösterilen hedeflere uyacak şekilde oluşturmuşlardır. O hedef de,
doğada her şeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğu, bu nedenle mümkün olduğunca
çok senaryo üreterek, gelecekte nelerin neye dönüşeceğine yönelik olasılık
hesapları yapılması gerektiğidir.
¤- İnsan denilen varlık tam
anlamıyla dinamik sistemler fiziği ilkelerine uygun olarak, az sayıda birkaç
veriden yararlanarak, muazzam senaryolar üretebilecek bir
yapısallaşmaya sahiptir.
Bilgi oluşturmaya verilen önem:
Şekilde duyu organlarına tahsis edilen
beyin hücreleri topluluğu kahverengi ile, hareket organlarına tahsis edilenler
mavi renkte, ve yorumlamaya tahsis edilen beyin hücreleri topluluğu ise beyaz
renkte gösterilmiştir. Bir kedinin beyninde hareket, koku, işitme, görme gibi
organlara tahsis edilen beyin hücreleri sayısının yorumlamaya tahsis edilen
hücre sayısına oranı çok fazladır, bu nedenle insandan hızlı koşabilirler, insandan
fazla zıplayabilirler, insandan daha iyi görebilirler ve insandan iyi koku
alırlar. İnsanı oluşturan hücreler ise, yorumlama konusuna o kadar önem
vermişlerdir ki, bunun sonucu koklama, zıplama, görme, vs gibi yetenekleri
körelmiştir. Ama buna karşın yorumlama, senaryolar üretme yeteneği son derece
gelişmiştir.
Şekil: Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları.
Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket
organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz
renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş,
insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür.
Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek
bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır.
“Dilin kemiği yoktur”
deriz. Bu durum, bir-kaç küçük veriye dayanarak muazzam senaryolar üretebilecek
bir yapısallaşmaya sahip olan insan beyninin bir özelliğidir. İnsanlar binlerce
farklı düşünce geliştirebilir. Geliştirilen-oluşturulan bu fikirlerin
işe-yararlı olup olmadığı ise şu kriterle belirlenir:
Bizlerin oluşturacağı fikirler biz insanların sorunlarını
çözmeye yönelik olmak zorundadır. Oluşturduğumuz bilgiler-düşünceler
sorunlarımızın çözümünde işe yarıyorlar mı, yaramıyorlar mı?
►9- Dinamik sistemler fiziği + kuantum fiziği + Theory of
integrated levels (tümleşik sistemler teorisi) konularında temel bilgilere
sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve bilinçsiz şekilde,
tesadüfi davranışlarla oluşup-geliştiklerini ve “doğal seçilim” dedikleri hayali
bir seçici sistemle iyilerin seçilip, kötülerin ayıklandığı şeklinde bir evrim
bilgisiyle gençliğimizi yetiştirmişlerdir. Bu tür yanlış bir doğal sistem
görüşü ile yetişen gençlik ise, dinamik sistemler ve kuantum fiziği gibi çağdaş
bir bilim anlayışına göre oluşturulmuş DOM-sistemi gibi insanlığın tüm
sorunlarının tek bir nedenden kaynaklandığını gösteren bir hayat görüşüne
körü-körüne saldırmakta ve çamur atmaktadırlar.
Bilgi ve mantık bir varlığın sorunlarına çözüm bulma
yeteneğidir. Her (mantıklı) varlık kendisi için neyin iyi-yararlı, neyin
kötü-zararlı olduğunu bilir. Bir varlık kendisi için neyin yararlı - neyin
zararlı olduğunu ayırt edemiyorsa, onun mantıksal değerlendirme sisteminin
doğru çalıştığı söylenemez. DOM-sisteminde, insanlığın tüm sorunlarını tek bir
nedene indirgendiği, dolayısıyla bu nedenin ortadan kaldırılmasıyla da tüm
sorunlarının çözüleceği gösterildiğine (ve buna kimse itiraz edemediğine) göre,
DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar sağlam mantıklı olduklarını
nasıl iddia edebilirler?
Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy
Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak Türkiye Cumhuriyetinin en az 50
yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden daha vahimdir.
►10- Klasik evrimci hocalar ve onların yetiştirdiği
şartlanmış öğrencilerin toplumumuza verdikleri zararlar, Köy Ensitülerinin
kapatılmasıyla ülkemize verilen zarardan daha büyük boyuttadır.
Bu gün ülkemizde Atatürk’ün temellerini attığı, halkın söz
sahibi olmasına (yani tabana) dayalı Cumhuriyet rejiminin rayından çıkartılıp,
dinsel ağırlıklı, yani tepeye bağımlı bir sisteme doğru dönüştürülmeye
başlandıysa ve bu dönüşüm de demokratik denilen halk oylamaları sayesinde
gerçekleştiriliyorsa, bu gidişin tüm sorumlusu “klasik evrimci” görüş savunucularıdır.
Bu iddianın nedeni ise şudur:
Klasik evrimciler,
²1- Hem doğada her şeyin
tesadüflere bağlı olarak geliştiği, olayları yönlendirici, doğa ve dünyayı
sahiplenici- koruyucu bir güç sistemi olmadığı, doğa ve dünyanın düzensizliğe
doğru gittiği, yani hayatın bir anlamı olmadığı şeklinde bir görüşü savunurlar,
-hem de doğa dedikleri bir şeyin en iyi olanları seçtiğini
ileri sürerler.
Bu düşünce sistemi içinde bir çelişki vardır. İyi olanların
seçildiği bir durum söz konusuysa, o iyi olanları seçen-onları koruyan bir şey
de mevcut olmak zorunda değil midir?
²2- İşte bu çelişkiyi
içgüdüsel olarak fark eden halk kesimi, doğada denge ve düzen oluşumunu
sağlayan bir (sistem) şey olduğu düşüncesiyle, evrimcileri hiçbir zaman
inanılır ve güvenilir bulmamıştır. Bu durum karşısında, doğada bir denge ve
düzen oluşturucu sistem olarak karşılarında sadece dinsel görüşler kalmıştır.
Dolayısıyla, toplumumuzdaki Cumhuriyet dönemiyle başlayan ilerici gidişatın
özellikle son 50-60 yıldır geriye doğru gitmeye başlamasının tek sorumlusu
evrimi hatalı yorumlayan klasik evrimciler olmuştur. Ne yazık ki, DOM-sistemine
karşı en acımasız şekilde saldıran ve çamur atanlar da yine bu evrimcilerdir!
►11- DOM’u eleştirenler genellikle molekül, hücre, karınca,
vs. de bizim gibi bilinçli mi? onlar da sever mi? Ah hata yaptım, der mi? gibi
sorular sormaktadırlar. Yukarıdaki (►8)
nolu başlık altında açıklandığı üzere, insanlar bilinçli olmalarını bir
üst-sistem yapısallaşmalı beyne sahip olmalarıyla açıklıyorlar. Peki, atomdan
moleküle, molekülden hücreye, hücreden hayvana, vs, geçişlerde yeni özellikler
ortaya çıkacağına göre, atomun molekül gibi, molekülün hücre gibi, hücrenin
insan gibi düşünme-ve davranmasının söz konusu olamayacağını neden
düşünemiyorlar?
Su (H2O), H ve O elementlerinden oluşur. (H)
yanıcıdır, (O) yakıcıdır, su ise söndürücüdür. “Karıncalar benim gibi hayal
kurabilir mi?” şeklindeki bir bakış açısıyla, karıncaların bilinçsizliğini
düşünen biri; (H) veya (O) da ateş söndürebilir mi? demiş olur. Çünkü bilgi ve
bilinç yukarıdaki Chaisson grafiğinde görüldüğü üzere tamamen göreli bir
kavramdır, doğadaki tüm sistemlerde vardır, ama düzeyi değişiktir.
Bir demir Fe-atomu 26 proton + 26(±8) nötron +26 elektrondan oluşur ve 1538°C de ergir 2862°C’de buharlaşır.
Halbuki bir proton (p) veya nötronun (n) bu tür özellikleri yoktur.
1p, 2p, 3p, 4p gibi artışlarla oluşturulan her yeni element,
çok farklı özellikler gösterirler. Kuantsal sistemin sıçramalı (basamaklı)
yapısallaşması önce doğadaki farklı türlerde temel element oluşumuna, sonra bu
elementlerin kombinasyonlarıyla farklı moleküller (farklı hücreler, faklı
hayvanlar, vs) oluşumlarına, ve her defasında da yeni özellikler ortaya
çıkışına dayalı olarak gelişen bir doğal sistem söz konusudur.
Yukarıdaki (►8) nolu başlık altında açıklandığı üzere,
insanlar çok daha karmaşık bir beyin yapısallaşmasında olduklarından, binlerce
hayali senaryo üretip, en abuk-sabuk soruları soracak şekilde davranırlarken,
daha basit bir yorumlama sistemiyle yetinen diğer varlıklar, tüm enerjilerini
doğadaki binlerce faktörü değerlendirip, kendisi için en uygun olanı seçecek
şekilde davranmaktadırlar. Abuk-sabuk sorular-yorumlar oluşturmaya harcayacak
enerjileri yoktur.
BİLGİYE DAYALI EVRİMSEL GELİŞİMLERE GÜNCEL BİR ÖRNEK
Galapagos adalar zincirindeki adalardan birinde (Daphne Major) 1973 yılından itibaren 20 yıl boyunca ispinozların yaşamlarını araştıran Princeton Üniversitesi evrimsel biyoloji uzmanları Peter ve Rosemary Grant, aşırı yağış ve aşırı kuraklık gibi iklimsel faktörlerin ispinozlar üzerindeki etkilerini ortaya koymuşlardır. Yağmur yağması veya yağmamasının, bitkilerin büyük veya küçük boyutta olmalarına neden olduğunu ve ispinozların gaga şekillerinin de, hangi türde bitkinin yaygın olmasına göre değiştiklerini saptamışlardır. (Bu iki araştırmacının başarısı, ‘Jonathan Weiner’ adlı yazarı “The Beak of the Finch: A Story of Evolution in Our Time = İspinozun gagası: Günümüzdeki bir evrimin hikayesi” (New York: 1994. Alfred A. Knopf, Inc. ISBN 0-679-40003-6)adıyla Pulitzer ödülü kazanan bir kitap yazmaya sevk etmiştir.)
Günümüzde gerçekleşen böyle bir evrimsel olayın moleküler düzeyde nasıl olduğu birçok araştırmacının merakını uyandırmıştır. Bu araştırmacılardan bir grup, Wu ve diğ. 2004, kemik-şekillendirme-proteini olarak bilinenBmp4 proteininin gaga şeklinin değiştirilmesinde rol oynadığını saptamışlardır. Araştırmacılar embriyo-gaga büyüme bölgesindeki Bmp4 proteininin miktarını artırıp-eksiltmekle gaga şeklinin değiştirildiğini deneylerle göstermişlerdir.
Diğer bir araştırmacı grubu Abzhanov ve diğ. 2004 ise, Geospiza cinsinin 6 türünün gaga yapısallaşma farklarının moleküler temelini incelemişlerdir. Bu cinsin üç türü, tohum kırmaya yönelik, farklı boyutlarda geniş-derin gagalıdırlar. Diğer üç türü ise, kaktüs çiçeği nektarı veyahut meyve yemeye uygun olacak şekilde ince gagalıdırlar. Araştırma sonundaBmp4 geninin büyük gagalı türlerde daha erken evrede oluşturulmaya, dolayısıyla daha büyük gagalar oluşumuna neden olduğu saptanmıştır.
Bu araştırmalar doğadaki oluşum ve gelişimlerin tamamen varlıkların çevreleriyle etkileşimleri, yani çevresindeki değişim-dönüşümleri algılamaları ve durumlarını-yapısallaşmalarını ona göre düzeltmeleri sonucu gerçekleştiğini net bir şekilde göstermektedir. Ortada ne rastgele bir oluşum vardır, ne de dış bir varlık onlara emir vermekte veyahut onların kaderini belirlemektedir. İşte “Information & self-organisation= bilgi edin ve ona göre yapısallaş (örgütlen)” budur!
Diğer genetik-moleküler araştırmalar (Nüsslein-Volhard 1996, Kandel 2001, Sakaue-Sawano et al. 2008, vd.) da birlikte değerlendirildiğinde, canlılar alemindeki tüm gövde şekilleri ve yapısallaşmalarının belli kimyasal moleküllerin, belli zamanlarda, belli yerlerde, belli ardalanmalarla devreye sokulmalarıyla oluştukları ortaya çıkmış olur! Bu “belli” yer veya zaman konularının saptanması- belirlenmesi işlemi ise, rastgele değil, varlıkların bizzat çevrelerini algılayıp, o çevre faktörlerine göre davranmaları, yani bilgi oluşturmalarıyla gerçekleşir. Şimdi bunun tipik bir örneğini, yine bir kuş gagası oluşumunda görelim.
“Hummingbird = sinek kuşu” adını çıkardığı sesten alır. Bu küçük kuşlar uçarken sinek vızıltısına benzer bir ses çıkarırlar; adlarının da o ses benzerliğinden kaynaklandığı belertilir. Sinek kuşları genellikle çiçek tozlarıyla veya nektarıyla beslenirler ve bu nedenle çiçek gövdelerinin derinliklerine ulaşacak şekilde ince-uzun gagaları vardır. En ince ve en uzun gagalı bir türleri “kılıç gagalı sinek kuşu” olarak adlandırılmıştır, çünkü gagası kılıç gibi uzundur ve nerdeyse gövdesine yakın bir uzunluktadır.
Bu kuşun gagasının bu kadar uzun olmasının nedeni ise, ana besin kaynağını oluşturan çiçeğin uzun bir gövdeye sahip olmasındandır. Passiflora mixta adındaki bu çiçeğin gövdesi çok uzundur ve nektarı o uzun gövdenin dibindedir. O derinlikteki bir nektardan yararlanmak isteyen kuş, zorunlu olarak o derinliğe ulaşacak boyda bir gagaya sahip olmak zorundadır. Kuş nektarı alırken, çiçeğin döllenmesi işlemini gerçekleştirmiş olur ve bu şekilde karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı yaşam sistemi devreye girer.
Şekil: Passiflora mixta ve “Sword-billed Hummingbird = Kılıç gagalı sinek kuşu” ilişkisi
Önceki paragraflarda gösterildiği üzere, bir organın oluşum ve gelişimi biyokimyasal faktörlere bağımlıdır. Ancak doğal sistemde bağımlılık çok yönlüdür. Aşağıdaki paragraflarda gösterileceği üzere, bir organın oluşum ve gelişimi biyofiziksel faktörlere de bağımlıdır.
Şimdi bir canlının bir organının bir yöne doğru çok, diğer yönlerde az büyümesini etkileyen biyofiziksel faktörü görelim.
Hücrelerin hangi yöne doğru büyüdükleri veya çoğaldıkları konusunda ilk gözlemlerin Rus biyofizikçisi Alexander Gurwiç’in 1920’lerde yaptığı deneylere dayandığı belirtilir (Gurwiç 1932, Popp 2002, 2003).
►1- Gurwiç, soğan kökleri hücrelerinin çoğalma hızları üzerinde deneyler yaparken, soğan kökünün belli bir yerinde hücre çoğalmasının çok arttığını fark eder. O artışa neden olan faktörün ise, o noktaya bakan ikinci bir soğan kökü olduğunu keşfeder.
►2- Bu iki soğan kökü arasına normal bir cam yerleştirdiğinde, hücre çoğalmasının azaldığını görür. Normal cam yerine kuvars camı yerleştirdiğinde, çoğalmanın tekrar arttığını fark eder. Kuvars camı ultraviyole ışınları geçirir, ama normal cam geçirmez. Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Kopp (2002).
►3- Yaptığı diğer deneylerde, hücrelerin çoğalma evresinden (doğumundan, yani sürgün vermelerinden 20-30 dakika önce) bir “prämitotisches Aufleuchten = çoğalma-öncesi-ışını” yaydığını saptar.
►4- Narkoz, donma, zehirlenme gibi zararlı etkiler karşısında ölmelerinden önce, hücrenin “eziyet gören hücre-çığlığı = "Degradationsstrahlung ist der Schmerz- oder Todesschrei der gequälten Zelle” yaydıklarını saptar.
Bu deneylere dayanarak canlı organizmaların ‘hücre çoğalmasını etkileyen ışınlama’ anlamında “mitogenetische Strahlung” adını verdiği bir etkileşim sistemine sahip olduklarını ileri sürer.
Sovyetler birliği ile batı dünyası arası ilişkilerin “soğuk savaş” dönemlerinde olmasının da etkisiyle, Rusya’da yapılan bu araştırmalar batı dünyasında pek yankı bulmaz. Taa ki 1970’li yıllarda Fritz-Albert Popp adlı bir alman biyofizikçisinin de bu konuya merak salmasına kadar.
Popp canlılar aleminde hücreler arası bir haberleşme sistemi olmasının gerekliliğini şu gerekçeyle düşünür (Bischof 2001):
‘Bir farenin bedenindeki tüm hücreler 1-2 ay içerisinde, bir insan bedenindeki hücreler bir-kaç yılda tümüyle yenilenirler. Bir bedende trilyon mertebesinde hücre bulunduğu ve hücrelerin bu yenilenme oranları dikkate alındığında, bedendeki her hücrenin, diğer hücrelerin ölümlerinden haberdar olmaları gerekliliği ortaya çıkar, yoksa yüzlerce farklı organdaki hangi hücrenin yerine yeni bir hücre ekleneceği belirlenmesi olanaksızlaşır.’ Benzer bir yaklaşımla gidildiğinde, doğadaki tüm varlıkların karşılıklı bir ilişki ve bağımlılık bağı içinde olduğu düşünüldüğünde, her canlının bağımlı olduğu diğer varlıkların yerlerini ve oranlarını algılaması gerektiği ortaya çıkar, ki bu da daha geniş ölçekte canlılar arası bir etkileşim (haberleşme) ağının bulunmasını zorunlu kılar.
Popp hücrelerin haberleşme amaçlı fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra, bunlarla güvenilir ve sağlam haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını verdiği bu ışınların “coherent = uyumlu+tutarlı” özellikli olmaları gerektiğini düşünüp, biyofotonların “coherent” özellikli olup olmadıklarını araştırır. Ve gerçekten de canlıların kendi aralarında haberleşmek için kullandıkları bu sinyal sisteminin “coherent” özellikli olduğunu görür. “Coherent” sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı dalga boyu ve aynı fazda salınım yapan sinyallerden oluşurlar ve hiç dağılmadan çok uzak mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi taşıyıcı özelliğe sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).
Sovyet biyofizikçisi Viktor Inyushin biyofoton sinyallerinin hücre çekirdeğindeki DNA-saramalları tarafından oluşturulduğunu öne sürmüştü. Popp biyofotonların DNA-sarmallarının açılması-kapanması gibi faktörlerle oluştuğunu göstererek, bu görüşün doğruluğunu deneysel olarak ıspatlar (Bischof 2001, Popp 2002).
Canlıların çevreleriyle ilişkilerini özel sinyaller (biyofotonlar) yayarak düzenlediklerini saptanması çok farklı konularda uygulama alanı bulur.
►- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
►- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,
►- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi bir çok konunun anlaşılmasını sağlar.
►- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
►- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,
►- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi bir çok konunun anlaşılmasını sağlar.
►-Biyofoton algılayıcı detektörlerin geliştirilmesi gıda maddeleri kontrolünde büyük kolaylık sağlar ve besinlerin tazeliğinin saptanması çok kolaylaşır. Şöyle ki: Bir meyvenin dalından koparılması veya bir balığın denizden çıkarılmasıyla, ölüm olayı başlar, ancak tüm hücreler aynı anda ölmezler. Bu nedenle biyofoton yayınlanmasının şiddeti azalır, ama yine de devam eder. Bu nedenle yiyeceğimizi oluşturan hayvansal ve bitkisel besinlerin tazelik durumları, biyofoton ölçümleriyle saptanabilmektedir.
Şekilde dalından koparılmış bir taze domates ile, bekletilmiş domateslerin biyofoton yayma oranları verilmiştir. Meyve, sebze, balık gibi ürünlerin yaydıkları biyofotonlar ölçülerek, ne kadar taze (veya bayat) oldukları anında saptanabilinmektedir. (Popp in:http://www.guteswasser.at/download/LMQ_biophotonen.pdf)
►- Ama biyofoton denilen hücreler arası haberleşme ve etkileşim sisteminin keşfi, en çok evrimin rastgele mutasyon oluşumlarına bağlı olarak değil de, DOM-sisteminin ön-gördüğü “bilgi oluşturmaya dayalı yapısallaşmalarla” gerçekleştiğini göstermesidir. Nitekim biyofotonik adlı yeni bir biyofizik araştırma kolu oluşumuna öncülük eden Popp şu makaleyi yazmıştır:
Ho, M.W. & Popp, F.A.: The evolution of biological form and organization without natural selection. Proceedings of the AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life, mind".Washington , DC , 14.-19. February 1991.
Yukarıdaki biyofiziksel ve biyokimyasal verilerden sonra, doğadaki oluşum mekanizmasının (DOM) nasıl gerçekleştiği daha kolay anlaşılır olmaktadır. Doğada her hücre çevresini algılamakta ve çevresiyle biyofoton alışverişleri yaparak daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşabileceği yapısallaşmalar oluşturmaktadır. Kılıç-gagalı sinek kuşu ile Passiflora mixta çiçeği arasındaki ilişki bu tür bir karşılıklı etkileşimin sonucudur. Her iki tür de bu ortaklıktan kazanç sağlamaktadır. Milyarlarca hücrenin bir midye gibi çok hücreli yapı içinde birleşmeleri de biyofoton gibi karşılıklı haberleşme yöntemleriyle anlaşıp-uzlaşarak, hırçın deniz dalgalarının egemen olduğu bir ortamda tutunarak oradaki besin kaynaklarından yararlanabilmelerini sağlayacak bir ortak yaşam içindir.
Bedenimizin her santimetre karesinden saniyede 100 civarında biyofoton çevreye yayılmakta ve çevredeki diğer varlıklarla etkileşime geçilmektedir (Popp 2002). Ayrıca bedenimizde 60 trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal işlem yapmaktadır (McTaggart 2008). Yani bedenimizde her saniye 60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem olmaktadır! Her bir işlem kimyasal elementlerce yapılmakta ve tüm kimyasal işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır. Her bir elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron, proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak en ekonomik işleme karar vermektedir. Ve bizlerin bir düşünce veya eylemde bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve doğada biz bir şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, içlerimizdeki hücrelerde ve atomlarda bu kadar değişim-dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu şekilde doğa ve dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta- yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.
süper bir yazı, beyninize sağlık
YanıtlaSilSayın Gedik
YanıtlaSilEvrimsel secilim herzaman mukemmelin ortaya çıkması ile sonuclanmaz. secilim çoğu zaman hatalı veya zayıf karakterler de üretebilir. Biyolojik Evrimde bunun ornekleri oldukca fazladır.
M.Ozmen
Yazdıklarınıza katılıyorum ve yararlanıyorum, ama uzun yazmanız okunurluğunuzun önündeki en büyük engel. Kelin merhemi olsa başına sürermiş:))
YanıtlaSilumur gürsoy
Sayın öğretmenim yazılarınızdan umuyorum benim gibi ülkemin okuyan insanlarıda yararlanacaklardır. İlim_İrfanı paylaşmak güzeldir.
YanıtlaSilYukarıdaki yazıyı ben yazdım. Ertan Sayar.
YanıtlaSil