Evrimcilerin büyük günahı


DOM-eki- 3: Evrimcilerin büyük günahı


“Her toplum layık olduğu sisteme göre yönetilir” diye bir söz vardır. Bunun anlamı şudur: Her şey, kişilerin (toplumun) sahip olduğu bilgiye göre gerçekleşir. Toplumun bilgisi, yöneticilerin uyguladıkları politikalarla belirlendiğine göre, politikacılar-yöneticiler ne ekmişlerse, o biçilmektedir.

 Teokratik sistemlerle yönetilen toplumlar doğal olarak tepeye-bağımlılık esas alınarak eğitilmişlerdir ve toplumsal sistemin sahipliği tepedekilere bırakılmıştır. O tür toplumlarda kişilerde bir kendi-kendini-yönetme, toplumsal sistemi sahiplenme gibi demokratik düşünce ve davranış tarzı yoktur.

Tepeye bağımlı sistem bilgileriyle eğitile gelmiş bir topluma, tepeye bağımlı bir sistemin doğada mevcut olmadığı, doğal sistemde her şeyin tabana dayalı olarak geçekleştiği şeklinde doğabilimsel bilgiler verilmeden demokratik sistem kuralları uygulamaları istenirse, ya Türkiye’de olduğu gibi, yıllar süren yarı demokratik denemelerden sonra tekrar teokratik sisteme dönüş yoluna gelinir, veyahut da, anomi denilen karmaşa sistemi ortaya çıkar ki, bu da Irak, Afganistan gibi ülkelerde yaşanan durumdur.

Türkiye Cumhuriyet’le birlikte teokratik sistemi terk etmiş ve “hayatta en hakiki mürşit bilimdir” temeline dayalı bir yaşam sistemine geçemeye çalışmıştır. Ama bilim adamlarının doğal sistemi gerçeklere uygun şekilde yorumlayamamaları nedeniyle, sanki “doğada bir denge-düzen yokmuş, her şey düzensizliğe doğru gidecekmiş” şeklinde çok hatalı bir termodinamik-fizik-yasası yorumu nedeniyle, insanlık bir manevi boşluğa düşmüştür. Evrimciler de bu kervana katılmışlar, ve canlıların bilgiye-bilince dayalı olmayan (rastgele) mutasyonlar sonucu oluştuğunu, dolayısıyla, “insan ne yapsa boşuna; doğa bildiğini okur” gibi bir hayat görüşünün okullarda öğretilmesine öncülük etmiştir ve hala da o yoldadır.

Dinamik sistemler fiziği + kuantum fiziği konularında temel bilgilere sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve bilinçsiz şekilde, tesadüfi davranışlarla oluşup-geliştiklerini ve “doğal seçilim” dedikleri hayali bir seçici sistemle iyilerin seçilip, kötülerin ayıklandığı şeklinde bir evrim bilgisiyle gençliğimizi yetiştirmişlerdir. Bu tür yanlış bir doğal sistem görüşü ile yetişen gençlik ise, dinamik sistemler ve kuantum fiziği gibi çağdaş bir bilim anlayışına göre oluşturulmuş DOM-sistemi gibi insanlığın tüm sorunlarının tek bir nedenden kaynaklandığını gösteren bir hayat görüşüne körü-körüne saldırmakta ve çamur atmaktadırlar. Bilgi ve mantık bir varlığın sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir. Her (mantıklı) varlık kendisi için neyin iyi-yararlı, neyin kötü-zararlı olduğunu bilir. Bir varlık kendisi için neyin yararlı - neyin zararlı olduğunu ayırt edemiyorsa, onun mantıksal değerlendirme sisteminin doğru çalıştığı söylenemez. DOM-sisteminde, insanlığın tüm sorunlarını tek bir nedene indirgendiği, dolayısıyla bu nedenin ortadan kaldırılmasıyla da tüm sorunlarının çözüleceği gösterildiğine (ve buna kimse itiraz edemediğine) göre, DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar sağlam mantıklı olduklarını nasıl iddia edebilirler?

Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak Türkiye Cumhuriyetinin en az 50 yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden daha vahimdir.


¤-A- İnsanlar doğayı canlı kabul etmezler, can(lılık) (ruh) denilen şeyi, varlıklardan ayırıp, onun varlıkların haricinde bir şeyden kaynaklandığını düşünürler. Bunun nedeni atalarımızın hücre- kuant gibi temelde canlılık gösteren varlıklardan habersiz oldukları dönemde, bedeninde gerçekleşen hücreler arası etkileşimleri (rüyaları, hayalleri, vs) anlayamayıp, bu olayların bedene girip-çıktığını varsaydıkları hayali bir varlıklar-üstü canlılık sisteminden kaynaklandığını varsaymalarından kaynaklanır. Bu nedenle “ruh ve beden” birbirinden ayrı düşünülmüştür ve bu genel kanı günümüze kadar devam etmiştir.
Ruhla bedenin birbirinden ayrı düşünülmesinde bilim adamlarının da çok büyük günahı bulunmaktadır. Şöyle ki: Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir:
“In the Newtonian view, God had created, in the beginning, the material particles, the forces between them, and the fundamental laws of motion. In this way, the whole universe was set in motion and it has continued to run ever since, like a machine, governed by immutable laws. = Newton’cu görüşe göre, Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.”
Newton’un  evrensel gravite yasası, ve “the three laws of motion = hareketin üç yasası” gibi doğa-bilimlerinin temel taşlarını oluşturan çok önemli buluşları onu o kadar meşhur etmiştir ki, yukarıda zikredilen “yaratıcılık-canlılık vericilik” hakkındaki görüşleri de bilim dünyasını derinden etkilemiştir ve hala da etkilemektedir.
Günümüz evrimcilerinin   ‘Hiçbir maddenin bilinci yoktur… Onlar fizik yasalarının dikte ettiğinin dışına çıkamaz’ şeklindeki görüşleri Newton’cu doğal sistem görüşünden kaynaklanırlar.
Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir. Statik sistemli doğa görüşünde, bir iş veya eylem yapan, planlayan veya düşünen hep varlıkların dışında bir ekstra “canlı”, bir ekstra “varlık” olarak tasarlanmıştır.
Şimdi deneysel gözlemlere dayalı verilere bakarak, doğada iş-eylem yapıcı öğelerin varlıkların dışında mı, yoksa varlıkların içinde mi olduklarına bakalım.

u1- Bir bedende tüm işlevler, beden içindeki hücrelerce gerçekleştirilir. Hatta bizlerin serbest irade dediğimiz ve bilinçli olmamıza gerekçe gösterdiğimiz davranışımız bile, bizler karar vermeden saniyelerce önce, beyindeki hücrelerimizce belirlenir. (Örn. bir deneyde bir salona 50 kişi konur ve her birinin önüne mavi –yeşil – kırmızı renklerde üç düğme yerleştirilir. Kişilere dışarıdan hiç müdahale olmadığında, bir düğmeye basmaları istenilen deneklerin bastıkları düğmeler gelişi güzel bir dağılım gösterir. Beyinde mavi – yeşil – kırmızı gibi renkleri algılayan hücrelerin hangi frekanslara duyarlı olarak bu işlemi yaptıkları saptanabilmektedir. Yani bir bedene ait binlerce farklı işlemleri yapan özel hücreler bulunmaktadır ve hangi hücrelerin neler yaptıkları saptanabilinmektedir. Dolayısıyla, mavi rengi algılayıcı hücrelerin hassas oldukları (ama biz insanların algılayamadığı) bir sinyal verilip, deneklerden herhangi bir düğmeye basmaları istendiğinde, tüm deneklerin mavi düğmeye bastıkları saptanır, vs.) Dolayısıyla, bir bedende tüm işlemleri yapanlar, karar verenler, vs, hep o bedenin içindeki hücreleridir.
Bizler deriyle kaplı bedenlerin içlerini göremediğimizden, beden içinde gerçekleşen “koşuşturmayı, hücreler arası sinyal alış-verişlerini, bu sinyalleşmelere dayalı olarak gerçekleşen ve bir-birlerini takip eden binlerce kimyasal reaksiyonu, vs” hiç fark edemeyiz.

u2- Atmosfer veya hidrosferdeki her bir molekül, kendisine komşu en yakın moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerini algılar ve en düşük değerdeki komşusuna doğru hareket eder. Rüzgar ve akıntı kuvvetleri ve sistemleri bu şekilde oluşurlar.

u3- Atomlar dünyasına gittiğimizde, orada işleri yapan ve karar alanlar da yine atom veya moleküllerin bileşenleri olan foton, elektron gibi atom-altı-öğelerdir. Bu konuda ayrıntılı bilgiler için çift-yarık deneyi, refleksiyon-refraksiyon olayları gibi bölümlere bakılabilinir. Doğadaki en temel enerji birimi kuantlar olduklarından, ve enerjinin nerede çok, nerede az yoğunlaşması gerektiğine de onlar karar verdiklerinden, doğadaki tüm işlemlerin yapıcıları ve planlayıcılarının kuantlar alemi olduğu ortaya konmuş olur.
Kuantların enerji dağıtımı sistemi, varlıkların yapısal-dokusal durumlarındaki değişimlere göre olur ki, bu da bilgi dediğimiz enerjinin nerden nereye akacağını belirleyen faktörle tam bir çakışma gösterir. Şöyle ki: Kandel’in Nobel ödüllü araştırmaları, bilgi denilen öğrenme olaylarının hücrelerin sinaps yapısallaşmalarında gerçekleşen kimyasal ve fiziksel değişiklikler şeklinde kayıt edildiğini ortaya koymuştur. Bilgi enerjinin nerden nereye aktarılması gerektiğini belirleyen faktör olarak tanımlandığına göre, varlıkların kimyasal formülleri ve fiziksel etkileşim sinyalleri doğadaki olayların nerden nereye ve nasıl olacağını belirleyici kriter olmuş olur.

Dolayısıyla, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, varlıkların alt-bileşenleri olan öğelerce, bilgi oluşturularak, yani varlığın kimyasal-fiziksel yapı ve dokusu çevredeki enerji durumuna göre değiştirilerek, gerçekleştirilmektedir. Bu şekilde doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistem olmaktadır.

Yani, doğa sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir sistemdir. Doğal sistem, kendi kendileri arasında sürekli bir iletişim ve haberleşme sistemi içinde olan, kendi-kendilerini düzenleyen, kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyecek kuralları karşılıklı etkileşimlerle kendileri oluşturan ve bu şekilde kendi-kendilerini örgütleyen canlı, yaşayan bir sistemdir. Buna dinamik sistemli doğa görüşü denir.

Statik sistemli doğa görüşünde madde ve onu oluşturan bileşenleri hep cansız, katı-sert varlıklar olarak düşünülmüştür. Bu nedenle atom dediğimiz en temel elementler de minik birer bilye gibi tasarlanmışlardır.
Hâlbuki atom dediğimiz temel elementler bir bilye gibi sabit-sert şeyler değildirler. Onlar cıvıl cıvıl hareketli ve çok belirgin kurallara göre davranan ve çevrelerinde ne olup-bittiğini sürekli gözlemleyip, o değişimlere göre kendilerini ayarlayan, sürekli bir değişim içinde olan varlıklardır. Yani canlı davranışı gösterirler, dolayısıyla canlı kabul edilmelidirler. Ama bilim adamları şartlanmışlıkları nedeniyle onları cansız varsaymaya devam etmektedirler.
İnsanların doğa ve dünyayı, dinamik sistemli değil de, statik sistemli olarak kabul etmelerindeki en önemli faktörlerden birisi zaman kavramının anlamını yanlış yorumlamış olmalarıdır.
Zaman kavramı atalarımız tarafından, doğa ve dünyanın varlıkların içsel bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleri sonucu, yapısal-dokusal durumlarını sürekli değiştirmeleri sonucu gerçekleşen bir enerji-madde kombinasyon farklılıkları görüntüleri olarak değil de, varlıkların dışında olduğu varsayılan bir kuvvet uygulayıcısının ömrüne endeksli bir ebediyet olarak düşünmüşlerdir. Doğadaki varlıkların “information & self-organisation” sistemine göre kendi kendilerince değil de, harici bir ekstra varlıkça oluşturulup-yönlendirildiği kabul edilince, bu yaratıcı varlığın ebedi olmasının tasarlanması kaçınılmazdır. Yoksa doğa kendi kendine nasıl varlığını sürdürebilir ki?
Zaman kavramının anlamı ilk defa Gedik 1998 yayınıyla değişim-dönüşüm sistemli olarak tanımlanmış ve delilleriyle ıspatlanmıştır. Bu nedenle
GEDİK, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52, s. 75-139. Ankara.
yayını bilim tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturur.



►1- Atomların proton ve nötronlardan oluşan ve kütlesinin nerdeyse tamamını oluşturan bir çekirdekleri vardır. Bu çekirdek femtometre (fm) (10 -15 m.) ölçeğindedir. Bu çekirdeğin 100.000 fm uzağında bir yörüngede ise, dönen elektronları yer alır. Bu nedenle atom dediğimiz temel elementler nerdeyse çekirdeğinde bir toplu iğne ucu kadar bir çekirdek ve onun çevresinde devasa bir balon ve o balon üzerinde dönen elektronlardan oluşmuş gibidirler. Hem çekirdekteki proton ve nötronlar kendi etraflarında dönerler, hem de elektronlar (hem çekirdek hem de kendi etraflarında) dönerler.

Atom-altı-öğeler dediğimiz proton, elektron gibi varlıkların dönme-hareket hızları bulundukları ortamın (sistemin) boyutu ile ters orantılıdır. Yani sistem boyutu ne kadar küçükse, o derecede daha hızlı dönerler. Protonların atom içindeki ortamı femtometre, elektronların ise angström (100 000 fm) ölçeğinde olduğundan, elektronlar saniyede 600 mil hızında dönerlerken, protonlar 40 000 mil/sn hızında dönerler. Böylesi muazzam bir hızla dönen sistemler, sert-cisim davranışı gösterirler ki hızla dönen bir kâğıt parçasının bir testere gibi her şeyi kesmesindeki etkiden kaynaklanır. Ama gerçekte onlar sert bir cisim değil, çok hareketli-canlı öğelerdir. Atom-altı-öğelerin bu canlılığı-hareketliliği, onların enerji dolu olmalarından kaynaklanır.

Varlıklar hücre > molekül > atom > proton-nötron-elektron gibi daha küçük bileşenlerine ayrıldıkça, bu bileşenlerin davranışları ve çevreleriyle etkileşimlerinde de çok büyük değişiklikler olur. Örn. bir insan 3-5 faktörü ancak birbirleriyle ilişkili hesaplamalar yapabilirler (3 bilinmeyenli denklemlerden sonrasını çözmek için matrix hesaplamaları gerekir ve bunu çoğu insan yapamaz). Beynimizdeki hücreler 10 000den fazla farklı faktörün birbirleriyle ilişkili hesaplamalarını yapabilirler. Bir çekül veyahut pusula iğnesi, dünya üzerindeki tüm diğer varlıkları dikkate alıp, karşılıklı olarak ilişkilerini hesaplayabilirler. Bir elektron ise evrensel ölçekte tüm varlıkları değerlendirip karşılıklı ilişkilerini hesaplayabilir. Bu nedenle atom-altı-öğeler dünyası, evrensel sistemle bütünleşiktir.

Bu nedenle kuantum fiziği atom-altı-öğeler dünyasının evrensel ölçekte bir ilişki ağı içinde olduğuna işaret eder. “In sub-atomic-world, classical concepts like ‘elementary particle’, ‘material substance’ or ‘isolated object’, have lost their meaning; the whole universe appears as a dynamic web of inseparable energy patterns.  …  therefore, they cannot be seen as an isolated entity, but has to be understood as an integrated part of the whole.” (Atom-altılar dünyasında ‘temel parçacık’, ‘maddi varlık’ veyahut ‘izole nesne’ gibi kavramlar anlamsızdırlar; tüm evren birbirlerinden ayrı olmayan dinamik bir enerji ağı yapısı olarak karşımıza çıkar. … Bu nedenle onlar izole –ayrık birimler değil, birbirleriyle entegrasyon içinde olan bir bütündürler.)

Bizler maddeleri passif ve hareketsiz olarak düşünürüz. Ama bu varlığın iç-yapısına büyülterek baktığımızda, onun atomlarının birbirleriyle bağlantılı ve çevrelerindeki enerji-düzeyi değişimleriyle bağlantılı sürekli bir titreşim içinde olduklarını görürüz.

Bu nedenle doğa ve dünya, birbirleriyle karşılıklı enerji alış-veriş-ağı içinde olan tümleşik (entegre) bir sistemdir. Madde (kütle) dediğimiz şey, enerjinin bir yoğunlaşma türüdür. Bunun böyle olduğu E=mc2 formülüyle ıspat edilmiştir. Diğer taraftan “zaman kavramı” enerjinin hangi tür madde-türleri ardışımlarından oluştuğuna bağlı bir enerji-madde dönüşüm göstergesidir. Mekan dediğimiz uzay sistemi de madde dağılımlarına dayalı bir ortam olduğuna göre, uzay ve zaman birbirleriyle bağlantılı olmuş olur. (Einstein’in rölativite teorisi).

Atomlar, atom-altı-öğelerden oluşurlar, ama bu atom-altı-öğeler bir madde (parçacık) değil, karşılıklı olarak birbirlerine dönüşen farklı enerji paketçikleridir. Onları gözlemleyenler onların bir madde olarak değil, sürekli farklı dans figürleri yapan enerji-paketçikleri şeklinde olduğunu görürler.

Atom-altı-öğeler dünyasında sürekli bir enerji dansı oynanır. Örneğin çekirdek içinde proton-nötronlar arası sürekli bir değişim-dönüşüm gerçekleşir, meson denilen sanal öğeler sürekli oluşup – tekrar yok olurlar ve bu şekilde aynı elektrik yüküne sahip protonların birbirlerini itmelerini önleyerek, onların çekirdek içinde bir arada bulunmalarını sağlarlar.

Uranyum gibi radyoaktif elementler sürekli daha hafif diğer elementlere parçalanırlar ve He + e- + gamma-ışınları şeklinde radyasyonlar yayarlar.
Çok enerjik fotonların çarpışmasıyla elektron-pozitron çiftleri oluşur.

Gerek güneşten, gerek diğer uzay cisimlerinden gelen kozmik ışınlar dünyamız atmosferine girdiğinde, atmosferdeki moleküllerle etkileşmeye başlarlar ve bir sürü değişim-dönüşüm geçekleşir. Daha önce var olan kimyasal elementler, proron-nötron sayılarında değişikliklere uğrarlar ve başka kimyasal elementlere dönüşürler. Örneğin karbon atomundan azot atomu oluşur, vs.

Benzer olaylar bir şimşek çakması olayında da yaşanır ve dünyamızın kimyasal bileşimi sürekli değişir!

Yani doğa ve dünyada sürekli bir oluşum ve yok oluş ardalanması birbirini takip eder gider. “Modern physics has shown us that movement and rhythm are essential properties of matter; that all matter, whether here on Earth or in outer space, is involved in a continual cosmic dance. = çağdaş fizik ritim ve hareketin maddelerin en temel özelliği olduğunu göstermektedir; ister dünyamızdaki, ister uzaydaki tüm maddeler sürekli bir kozmik dans içindedirler”

Günümüz bilgileri, varlıkları oluşturan, hücre, atom gibi bileşenlerin canlı-hareketli olduklarını ve kendi aralarında karşılıklı olarak haberleşip-etkileşerek, doğadaki üst-sistem oluşumları gerçekleştirdiklerini göstermektedir. Bu tür sisteme de dinamik doğal oluşum sistemi denilmekte ve “information & self-organisation” olarak özetlenmektedir.

►2- Dinamik sistemlerin, “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği kurallarına göre işleyip-geliştiği son çeyrek asır içinde ortaya konulmuştur.

►3- Buradaki “Information=bilgi” sözcüğü, enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör olup, varlıkların yapısal-dokusal durumları ile belirlenir. Yani varlıklar sürekli olarak yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yaparak, enerjiyi nasıl kullanacaklarını belirlerler. Örn. SiO2 piezoelektrisite özelliğine sahiptir, uçlarına alternatif akım bağlanınca, titreşmeye başlar ve bu şekilde saatlerimizin, radyolarımızın çalışmasının temelini oluşturur. H2O sıfır derecede donup, 100 derecede buharlaşarak ve bu olaylar sırasında gram başına 80 kalori vererek veyahut 539 kalori alarak doğadaki enerji dağılımı düzenlenmesinde önemli rol oynar. Yani doğadaki tüm varlıklar çevre koşullarını dikkate alarak yapı ve dokularını sürekli değiştirirler. Bu durum bizlerin bedenlerinde de sürekli gerçekleşir. Biz bir şey öğrendiğimizde, sinaps yapıları ve dokuları değişir. Kötü bir haber aldığımızda, bir dakika önceki şen-şakrak durumumuz aniden kaybolur ve üzüntü dolu bir hal alınır, çünkü hücrelerde bir sürü kimyasal değişiklik olmuştur. Hücrelerdeki bu değişiklikler, onların içindeki moleküllere ve atomlara kadar geri yansır; atomların spin ve polarizasyonları değişir; spindeki değişim, elektrik akımlarını değiştirir; bunlar sonucu bedendeki tüm (biyo-fiziko-kimyasal) elektromanyetik alan sistemlerinde değişiklikler olur. Ve ruhsal değişiklik dediğimiz durum ortaya çıkar. İşte “ruh” böyle bir karşılıklı etkileşim ürünüdür.

►4- Doğadaki kuvvet denilen faktör ise, enerjinin bir yerden bir yere akmasıyla oluşur. Dünyamızın kimyasal ve fiziksel yapısında değişiklikler oluşur, buna uygun olarak enerji akış güzergahları değişir ve sonrası doğadaki olaylar zinciri! Denizlerdeki akıntılar, atmosferdeki rüzgarlar, deprem oluşturan fay hareketleri hep böyle oluşurlar.

 ►5- Klasik evrimciler doğadaki olayların “Information & self-organisation” ilkelerine göre, yani varlıkların bilgili ve bilinçli davranışlarına göre olduğundan habersizdirler. Bu nedenle hala dinamik sistemde değil, statik sistemde düşünen klasik fizikçilerin izinden giderek, “doğada ve evrende her şeyin düzensizliğe doğru gittiği ve gideceği, evrimde bir amaç ve hedef olmadığı, dolayısıyla varlıkların bilgi ve bilinçle bir amaç veya hedefe doğru gitmelerinin söz konusu olamadığını iddia ederler. Varlıkların doğa yasalarına uyduklarını ve otomatik-robotlar olarak hareket ettiklerini söylerler.

►6- Ancak şu soruları kendilerine sorup, bir cevap aramazlar:
²-Doğa dediğiniz varlık nelerden oluşuyor? Atom- veya moleküllerden oluşmayan bir doğa mı var?
²-Doğa yasaları nerden geliyor? Gökten zembille mi indirildi?
²- Yasalar bir bilgi manzumesidir. Peki, bu doğa yasaları bilgileri nerde depolanıyorlar?
Kendisine bu soruları sorup, cevabını aramamış evrimcilerin doğal sistem işleyişi hakkındaki görüşleri (yani evrimden anladıkları) kökten hatalı olmak zorundadır.


►7- Bilginin eksponansiyelliği –ki varlıkların en küçük bileşenlerinin bilgili-bilinçli davranmalarını gerektirir- sadece Gedik (1998, 2006, 2008) tarafından ileri sürülmüş değildir. Chaisson (2001 ve 2010) da, “Energy Rate Density as a Complexity Metric and Evolutionary Driver”  adlı yayınında, ‘enerji oranı yoğunluğu=bir varlığın bir gramında bir saniyede kullanılan enerji (erg)” adlı bir kavram oluşturarak, doğadaki gelişimlerde bilgi faktörünün sayısal bir şekilde ifade edilmesine olanak sağlayan bir yöntem ortaya koymuştur. Bu yöntemi uygulayarak, evrensel düzeyde bilgi faktörünün eksponansiyel şekilde geliştiğini göstermesi, Gedik’in buluşunu destekleyen ve tam bir uyum gösteren çok önemli bir araştırmadır. 

Dolayısıyla, bilgili-bilinçli davranış insana özgü bir özellik değil, varlıkların en küçük bileşenleriyle başlayan bir özelliktir.

►8- İnsanların kendilerini bilinçli, ama kendilerini oluşturan bileşenlerini bilinçsiz sayması tam bir mantıksızlık+kendini-beğenmişlik + bilgisizlik göstergesidir. Bilinçsiz bir varlıktan bilinçli bir varlık nasıl oluşabilir? Çoğu insan bunu “Birleşikler, parçalarının ayrı-ayrı özellikleri toplamından daha fazla özelliğe sahiptir”  genel bilgisiyle açıklarlar.

Evet bu doğrudur ve “Theory of integrated levels= Tümleşik sistemler teorisi”nin ilkelerinden biridir.

¤- Her düzey, altındaki  düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
Ama bu teorinin şu ilkeleri de bulunmaktadır ve onlar da doğada aynen geçerlidir:
¤-Her sistemde, üst düzey  alt düzeye bağımlıdır;  üst düzey  alt düzeye yön (hedef) gösterir.
¤-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.

Bu maddelere göre de, bir şey oluşturma yeteneği (bilgisi) o varlığın bileşenlerindedir. Dolayısıyla, bilinçli denilen (insani) bir varlığı oluşturan bileşen bilgisiz-bilinçsiz olamaz. O hücreler insan bedenini, kendilerine gösterilen hedeflere uyacak şekilde oluşturmuşlardır. O hedef de, doğada her şeyin sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğu, bu nedenle mümkün olduğunca çok senaryo üreterek, gelecekte nelerin neye dönüşeceğine yönelik olasılık hesapları yapılması gerektiğidir.

¤- İnsan denilen varlık tam anlamıyla dinamik sistemler fiziği ilkelerine uygun olarak, az sayıda birkaç veriden yararlanarak, muazzam senaryolar üretebilecek bir 

yapısallaşmaya sahiptir.

Bilgi oluşturmaya verilen önem:

 Şekilde duyu organlarına tahsis edilen beyin hücreleri topluluğu kahverengi ile, hareket organlarına tahsis edilenler mavi renkte, ve yorumlamaya tahsis edilen beyin hücreleri topluluğu ise beyaz renkte gösterilmiştir. Bir kedinin beyninde hareket, koku, işitme, görme gibi organlara tahsis edilen beyin hücreleri sayısının yorumlamaya tahsis edilen hücre sayısına oranı çok fazladır, bu nedenle insandan hızlı koşabilirler, insandan fazla zıplayabilirler, insandan daha iyi görebilirler ve insandan iyi koku alırlar. İnsanı oluşturan hücreler ise, yorumlama konusuna o kadar önem vermişlerdir ki, bunun sonucu koklama, zıplama, görme, vs gibi yetenekleri körelmiştir. Ama buna karşın yorumlama, senaryolar üretme yeteneği son derece gelişmiştir.


Şekil: Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür.

Bunun sonucu, az sayıda veriden, muazzam senaryolar üretecek bir beyin yapısı ortaya çıkmıştır.
 “Dilin kemiği yoktur” deriz. Bu durum, bir-kaç küçük veriye dayanarak muazzam senaryolar üretebilecek bir yapısallaşmaya sahip olan insan beyninin bir özelliğidir. İnsanlar binlerce farklı düşünce geliştirebilir. Geliştirilen-oluşturulan bu fikirlerin işe-yararlı olup olmadığı ise şu kriterle belirlenir:
Bizlerin oluşturacağı fikirler biz insanların sorunlarını çözmeye yönelik olmak zorundadır. Oluşturduğumuz bilgiler-düşünceler sorunlarımızın çözümünde işe yarıyorlar mı, yaramıyorlar mı?


►9- Dinamik sistemler fiziği + kuantum fiziği + Theory of integrated levels (tümleşik sistemler teorisi) konularında temel bilgilere sahip olmayan hocalar senelerdir, varlıkların, bilgi ve bilinçsiz şekilde, tesadüfi davranışlarla oluşup-geliştiklerini ve “doğal seçilim” dedikleri hayali bir seçici sistemle iyilerin seçilip, kötülerin ayıklandığı şeklinde bir evrim bilgisiyle gençliğimizi yetiştirmişlerdir. Bu tür yanlış bir doğal sistem görüşü ile yetişen gençlik ise, dinamik sistemler ve kuantum fiziği gibi çağdaş bir bilim anlayışına göre oluşturulmuş DOM-sistemi gibi insanlığın tüm sorunlarının tek bir nedenden kaynaklandığını gösteren bir hayat görüşüne körü-körüne saldırmakta ve çamur atmaktadırlar.

Bilgi ve mantık bir varlığın sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir. Her (mantıklı) varlık kendisi için neyin iyi-yararlı, neyin kötü-zararlı olduğunu bilir. Bir varlık kendisi için neyin yararlı - neyin zararlı olduğunu ayırt edemiyorsa, onun mantıksal değerlendirme sisteminin doğru çalıştığı söylenemez. DOM-sisteminde, insanlığın tüm sorunlarını tek bir nedene indirgendiği, dolayısıyla bu nedenin ortadan kaldırılmasıyla da tüm sorunlarının çözüleceği gösterildiğine (ve buna kimse itiraz edemediğine) göre, DOM-sistemini tenkit edenler veya çamur atanlar sağlam mantıklı olduklarını nasıl iddia edebilirler?
Evrimcilerin DOM- sistemine karşı bu yaptıkları, Köy Enstitüleri projesine karşı karalamalar yaparak Türkiye Cumhuriyetinin en az 50 yıl geri kalmasına neden olan yobazlık girişimlerden daha vahimdir.

►10- Klasik evrimci hocalar ve onların yetiştirdiği şartlanmış öğrencilerin toplumumuza verdikleri zararlar, Köy Ensitülerinin kapatılmasıyla ülkemize verilen zarardan daha büyük boyuttadır.

Bu gün ülkemizde Atatürk’ün temellerini attığı, halkın söz sahibi olmasına (yani tabana) dayalı Cumhuriyet rejiminin rayından çıkartılıp, dinsel ağırlıklı, yani tepeye bağımlı bir sisteme doğru dönüştürülmeye başlandıysa ve bu dönüşüm de demokratik denilen halk oylamaları sayesinde gerçekleştiriliyorsa, bu gidişin tüm sorumlusu “klasik evrimci” görüş savunucularıdır. Bu iddianın nedeni ise şudur:
     Klasik evrimciler,
²1- Hem doğada her şeyin tesadüflere bağlı olarak geliştiği, olayları yönlendirici, doğa ve dünyayı sahiplenici- koruyucu bir güç sistemi olmadığı, doğa ve dünyanın düzensizliğe doğru gittiği, yani hayatın bir anlamı olmadığı şeklinde bir görüşü savunurlar,
-hem de doğa dedikleri bir şeyin en iyi olanları seçtiğini ileri sürerler.
Bu düşünce sistemi içinde bir çelişki vardır. İyi olanların seçildiği bir durum söz konusuysa, o iyi olanları seçen-onları koruyan bir şey de mevcut olmak zorunda değil midir?
²2- İşte bu çelişkiyi içgüdüsel olarak fark eden halk kesimi, doğada denge ve düzen oluşumunu sağlayan bir (sistem) şey olduğu düşüncesiyle, evrimcileri hiçbir zaman inanılır ve güvenilir bulmamıştır. Bu durum karşısında, doğada bir denge ve düzen oluşturucu sistem olarak karşılarında sadece dinsel görüşler kalmıştır. Dolayısıyla, toplumumuzdaki Cumhuriyet dönemiyle başlayan ilerici gidişatın özellikle son 50-60 yıldır geriye doğru gitmeye başlamasının tek sorumlusu evrimi hatalı yorumlayan klasik evrimciler olmuştur. Ne yazık ki, DOM-sistemine karşı en acımasız şekilde saldıran ve çamur atanlar da yine bu evrimcilerdir!


►11- DOM’u eleştirenler genellikle molekül, hücre, karınca, vs. de bizim gibi bilinçli mi? onlar da sever mi? Ah hata yaptım, der mi? gibi sorular sormaktadırlar.  Yukarıdaki (►8) nolu başlık altında açıklandığı üzere, insanlar bilinçli olmalarını bir üst-sistem yapısallaşmalı beyne sahip olmalarıyla açıklıyorlar. Peki, atomdan moleküle, molekülden hücreye, hücreden hayvana, vs, geçişlerde yeni özellikler ortaya çıkacağına göre, atomun molekül gibi, molekülün hücre gibi, hücrenin insan gibi düşünme-ve davranmasının söz konusu olamayacağını neden düşünemiyorlar?

Su (H2O), H ve O elementlerinden oluşur. (H) yanıcıdır, (O) yakıcıdır, su ise söndürücüdür. “Karıncalar benim gibi hayal kurabilir mi?” şeklindeki bir bakış açısıyla, karıncaların bilinçsizliğini düşünen biri; (H) veya (O) da ateş söndürebilir mi? demiş olur. Çünkü bilgi ve bilinç yukarıdaki Chaisson grafiğinde görüldüğü üzere tamamen göreli bir kavramdır, doğadaki tüm sistemlerde vardır, ama düzeyi değişiktir.

Bir demir Fe-atomu 26 proton + 26(±8) nötron +26 elektrondan oluşur ve 1538°C de ergir 2862°C’de buharlaşır. Halbuki bir proton (p) veya nötronun (n) bu tür özellikleri yoktur.

1p, 2p, 3p, 4p gibi artışlarla oluşturulan her yeni element, çok farklı özellikler gösterirler. Kuantsal sistemin sıçramalı (basamaklı) yapısallaşması önce doğadaki farklı türlerde temel element oluşumuna, sonra bu elementlerin kombinasyonlarıyla farklı moleküller (farklı hücreler, faklı hayvanlar, vs) oluşumlarına, ve her defasında da yeni özellikler ortaya çıkışına dayalı olarak gelişen bir doğal sistem söz konusudur.

Yukarıdaki (►8) nolu başlık altında açıklandığı üzere, insanlar çok daha karmaşık bir beyin yapısallaşmasında olduklarından, binlerce hayali senaryo üretip, en abuk-sabuk soruları soracak şekilde davranırlarken, daha basit bir yorumlama sistemiyle yetinen diğer varlıklar, tüm enerjilerini doğadaki binlerce faktörü değerlendirip, kendisi için en uygun olanı seçecek şekilde davranmaktadırlar. Abuk-sabuk sorular-yorumlar oluşturmaya harcayacak enerjileri yoktur.



 BİLGİYE DAYALI EVRİMSEL GELİŞİMLERE GÜNCEL BİR ÖRNEK


Galapagos adalar zincirindeki adalardan birinde (Daphne Major) 1973 yılından itibaren 20 yıl boyunca ispinozların yaşamlarını araştıran Princeton Üniversitesi evrimsel biyoloji uzmanları Peter ve Rosemary Grant, aşırı yağış ve aşırı kuraklık gibi iklimsel faktörlerin ispinozlar üzerindeki etkilerini ortaya koymuşlardır. Yağmur yağması veya yağmamasının, bitkilerin büyük veya küçük boyutta olmalarına neden olduğunu ve ispinozların gaga şekillerinin de, hangi türde bitkinin yaygın olmasına göre değiştiklerini saptamışlardır.  (Bu iki araştırmacının başarısı,  ‘Jonathan Weiner’ adlı yazarı  “The Beak of the Finch: A Story of Evolution in Our Time = İspinozun gagası: Günümüzdeki bir evrimin hikayesi” (New York: 1994. Alfred A. Knopf, Inc. ISBN 0-679-40003-6)adıyla Pulitzer ödülü kazanan bir kitap yazmaya sevk etmiştir.)


Günümüzde gerçekleşen böyle bir evrimsel olayın moleküler düzeyde nasıl olduğu birçok araştırmacının merakını uyandırmıştır. Bu araştırmacılardan bir grup, Wu ve diğ. 2004, kemik-şekillendirme-proteini olarak bilinenBmpproteininin gaga şeklinin değiştirilmesinde rol oynadığını saptamışlardır. Araştırmacılar embriyo-gaga büyüme bölgesindeki  Bmp4 proteininin miktarını artırıp-eksiltmekle gaga şeklinin değiştirildiğini deneylerle göstermişlerdir.
Diğer bir araştırmacı grubu   Abzhanov ve diğ. 2004 ise,   Geospiza cinsinin 6 türünün gaga yapısallaşma farklarının moleküler temelini incelemişlerdir. Bu cinsin üç türü, tohum kırmaya yönelik, farklı boyutlarda geniş-derin gagalıdırlar. Diğer üç türü ise, kaktüs çiçeği nektarı veyahut meyve yemeye uygun olacak şekilde ince gagalıdırlar. Araştırma sonundaBmp4  geninin büyük gagalı türlerde daha erken evrede oluşturulmaya, dolayısıyla daha büyük gagalar oluşumuna neden olduğu saptanmıştır.
Bu araştırmalar doğadaki oluşum ve gelişimlerin tamamen varlıkların çevreleriyle etkileşimleri, yani çevresindeki değişim-dönüşümleri algılamaları ve durumlarını-yapısallaşmalarını ona göre düzeltmeleri sonucu gerçekleştiğini net bir şekilde göstermektedir. Ortada ne rastgele bir oluşum vardır, ne de dış bir varlık onlara emir vermekte veyahut onların kaderini belirlemektedir. İşte “Information & self-organisation= bilgi edin ve ona göre yapısallaş (örgütlen)” budur!
Diğer genetik-moleküler araştırmalar (Nüsslein-Volhard 1996, Kandel 2001, Sakaue-Sawano et al. 2008, vd.) da birlikte değerlendirildiğinde, canlılar alemindeki tüm gövde şekilleri ve yapısallaşmalarının belli kimyasal moleküllerin, belli zamanlarda, belli yerlerde, belli ardalanmalarla devreye sokulmalarıyla oluştukları ortaya çıkmış olur! Bu “belli” yer veya zaman konularının saptanması- belirlenmesi işlemi ise, rastgele değil, varlıkların bizzat çevrelerini algılayıp, o çevre faktörlerine göre davranmaları, yani bilgi oluşturmalarıyla gerçekleşir. Şimdi bunun tipik bir örneğini, yine bir kuş gagası oluşumunda görelim.

“Hummingbird = sinek kuşu” adını çıkardığı sesten alır. Bu küçük kuşlar uçarken sinek vızıltısına benzer bir ses çıkarırlar; adlarının da o ses benzerliğinden kaynaklandığı belertilir. Sinek kuşları genellikle çiçek tozlarıyla veya nektarıyla beslenirler ve bu nedenle çiçek gövdelerinin derinliklerine ulaşacak şekilde ince-uzun gagaları vardır. En ince ve en uzun gagalı bir türleri “kılıç gagalı sinek kuşu” olarak adlandırılmıştır, çünkü gagası kılıç gibi uzundur ve nerdeyse gövdesine yakın bir uzunluktadır.
Bu kuşun gagasının bu kadar uzun olmasının nedeni ise, ana besin kaynağını oluşturan çiçeğin uzun bir gövdeye sahip olmasındandır. Passiflora mixta adındaki bu çiçeğin gövdesi çok uzundur ve nektarı o uzun gövdenin dibindedir. O derinlikteki bir nektardan yararlanmak isteyen kuş, zorunlu olarak o derinliğe ulaşacak boyda bir gagaya sahip olmak zorundadır. Kuş nektarı alırken, çiçeğin döllenmesi işlemini gerçekleştirmiş olur ve bu şekilde karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı yaşam sistemi devreye girer.
Şekil: Passiflora mixta  ve  “Sword-billed Hummingbird = Kılıç gagalı sinek kuşu” ilişkisi
Önceki paragraflarda gösterildiği üzere, bir organın oluşum ve gelişimi biyokimyasal faktörlere bağımlıdır. Ancak doğal sistemde bağımlılık çok yönlüdür. Aşağıdaki paragraflarda gösterileceği üzere, bir organın oluşum ve gelişimi biyofiziksel faktörlere de bağımlıdır.
 Şimdi bir canlının bir organının bir yöne doğru çok, diğer yönlerde az büyümesini etkileyen biyofiziksel faktörü görelim.
Hücrelerin hangi yöne doğru büyüdükleri veya çoğaldıkları konusunda ilk gözlemlerin Rus biyofizikçisi Alexander Gurwiç’in 1920’lerde yaptığı deneylere dayandığı belirtilir (Gurwiç 1932, Popp 2002, 2003).  
►1- Gurwiç, soğan kökleri hücrelerinin çoğalma hızları üzerinde deneyler yaparken, soğan kökünün belli bir yerinde hücre çoğalmasının çok arttığını fark eder. O artışa neden olan faktörün ise, o noktaya bakan ikinci bir soğan kökü olduğunu keşfeder.
►2- Bu iki soğan kökü arasına normal bir cam yerleştirdiğinde, hücre çoğalmasının azaldığını görür. Normal cam yerine kuvars camı yerleştirdiğinde, çoğalmanın tekrar arttığını fark eder. Kuvars camı ultraviyole ışınları geçirir, ama normal cam geçirmez. Bundan çıkarılacak sonuç, hücrelerin ultraviyole ışınlarıyla haberleştikleri gerçeğidir ki bunların 300-800 nm aralığında olduğu daha sonraları ölçülecektir, Kopp (2002).

►3- Yaptığı diğer deneylerde, hücrelerin çoğalma evresinden (doğumundan, yani sürgün vermelerinden 20-30 dakika önce) bir “prämitotisches Aufleuchten = çoğalma-öncesi-ışını” yaydığını saptar.
►4- Narkoz, donma, zehirlenme gibi zararlı etkiler karşısında ölmelerinden önce, hücrenin “eziyet gören hücre-çığlığı =  "Degradationsstrah­lung ist der Schmerz- oder Todesschrei der gequälten Zelle” yaydıklarını saptar.
Bu deneylere dayanarak canlı organizmaların ‘hücre çoğalmasını etkileyen ışınlama’ anlamında “mitogenetische Strahlung” adını verdiği bir etkileşim sistemine sahip olduklarını ileri sürer.
Sovyetler birliği ile batı dünyası arası ilişkilerin “soğuk savaş” dönemlerinde olmasının da etkisiyle, Rusya’da yapılan bu araştırmalar batı dünyasında pek yankı bulmaz. Taa ki 1970’li yıllarda Fritz-Albert Popp adlı bir alman biyofizikçisinin de bu konuya merak salmasına kadar.

Popp canlılar aleminde hücreler arası bir haberleşme sistemi olmasının gerekliliğini şu gerekçeyle düşünür (Bischof 2001):
‘Bir farenin bedenindeki tüm hücreler 1-2 ay içerisinde, bir insan bedenindeki hücreler bir-kaç yılda tümüyle yenilenirler. Bir bedende trilyon mertebesinde hücre bulunduğu ve hücrelerin bu yenilenme oranları dikkate alındığında, bedendeki her hücrenin, diğer hücrelerin ölümlerinden haberdar olmaları gerekliliği ortaya çıkar, yoksa yüzlerce farklı organdaki hangi hücrenin yerine yeni bir hücre ekleneceği belirlenmesi olanaksızlaşır.’ Benzer bir yaklaşımla gidildiğinde, doğadaki tüm varlıkların karşılıklı bir ilişki ve bağımlılık bağı içinde olduğu düşünüldüğünde, her canlının bağımlı olduğu diğer varlıkların yerlerini ve oranlarını algılaması gerektiği ortaya çıkar, ki bu da daha geniş ölçekte canlılar arası bir etkileşim (haberleşme) ağının bulunmasını zorunlu kılar.
Popp hücrelerin  haberleşme amaçlı fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra, bunlarla güvenilir ve sağlam haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını verdiği bu ışınların “coherent = uyumlu+tutarlı” özellikli olmaları gerektiğini düşünüp, biyofotonların “coherent” özellikli olup olmadıklarını araştırır. Ve gerçekten de canlıların kendi aralarında haberleşmek için kullandıkları bu sinyal sisteminin “coherent” özellikli olduğunu görür. “Coherent” sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı dalga boyu ve aynı fazda salınım yapan sinyallerden oluşurlar ve hiç dağılmadan çok uzak mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi taşıyıcı özelliğe sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).
Sovyet biyofizikçisi Viktor Inyushin biyofoton sinyallerinin hücre çekirdeğindeki DNA-saramalları tarafından oluşturulduğunu öne sürmüştü. Popp biyofotonların DNA-sarmallarının açılması-kapanması gibi faktörlerle oluştuğunu göstererek, bu görüşün doğruluğunu deneysel olarak ıspatlar (Bischof 2001, Popp 2002).
Canlıların çevreleriyle ilişkilerini özel sinyaller (biyofotonlar) yayarak düzenlediklerini saptanması çok farklı konularda uygulama alanı bulur.
- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,
- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,
- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi bir çok konunun anlaşılmasını sağlar.  

-Biyofoton algılayıcı detektörlerin geliştirilmesi gıda maddeleri kontrolünde büyük kolaylık sağlar ve besinlerin tazeliğinin saptanması çok kolaylaşır. Şöyle ki:  Bir meyvenin dalından koparılması veya bir balığın denizden çıkarılmasıyla, ölüm olayı başlar, ancak tüm hücreler aynı anda ölmezler. Bu nedenle biyofoton yayınlanmasının şiddeti azalır, ama yine de devam eder. Bu nedenle yiyeceğimizi oluşturan hayvansal ve bitkisel besinlerin tazelik durumları, biyofoton ölçümleriyle saptanabilmektedir.
Şekilde dalından koparılmış bir taze domates ile, bekletilmiş domateslerin biyofoton yayma oranları verilmiştir. Meyve, sebze, balık gibi ürünlerin yaydıkları biyofotonlar ölçülerek, ne kadar taze (veya bayat) oldukları anında saptanabilinmektedir. (Popp in:http://www.guteswasser.at/download/LMQ_biophotonen.pdf)


- Ama biyofoton denilen hücreler arası haberleşme ve etkileşim sisteminin keşfi, en çok evrimin rastgele mutasyon oluşumlarına bağlı olarak değil de, DOM-sisteminin ön-gördüğü “bilgi oluşturmaya dayalı yapısallaşmalarla” gerçekleştiğini göstermesidir. Nitekim biyofotonik adlı yeni bir biyofizik araştırma kolu oluşumuna öncülük eden Popp şu makaleyi yazmıştır:
Ho, M.W. & Popp, F.A.: The evolution of biological form and organization without natural selection. Proceedings of the AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life, mind".WashingtonDC, 14.-19. February 1991.

Yukarıdaki biyofiziksel ve biyokimyasal verilerden sonra, doğadaki oluşum mekanizmasının (DOM) nasıl gerçekleştiği daha kolay anlaşılır olmaktadır. Doğada her hücre çevresini algılamakta ve çevresiyle biyofoton alışverişleri yaparak daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşabileceği yapısallaşmalar oluşturmaktadır. Kılıç-gagalı sinek kuşu ile Passiflora mixta çiçeği arasındaki ilişki bu tür bir karşılıklı etkileşimin sonucudur. Her iki tür de bu ortaklıktan kazanç sağlamaktadır. Milyarlarca hücrenin bir midye gibi çok hücreli yapı içinde birleşmeleri de biyofoton gibi karşılıklı haberleşme yöntemleriyle anlaşıp-uzlaşarak, hırçın deniz dalgalarının egemen olduğu bir ortamda tutunarak oradaki besin kaynaklarından yararlanabilmelerini sağlayacak bir ortak yaşam içindir.
Bedenimizin her santimetre karesinden saniyede 100 civarında biyofoton çevreye yayılmakta ve çevredeki diğer varlıklarla etkileşime geçilmektedir (Popp 2002). Ayrıca bedenimizde 60 trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal işlem yapmaktadır (McTaggart 2008). Yani bedenimizde her saniye 60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem olmaktadır! Her bir işlem kimyasal elementlerce yapılmakta ve tüm kimyasal işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır. Her bir elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron, proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak en ekonomik işleme karar vermektedir. Ve bizlerin bir düşünce veya eylemde bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve doğada biz bir şey yapmış olmaktayız. Biz bir şey yaparken, içlerimizdeki hücrelerde ve atomlarda bu kadar değişim-dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu şekilde doğa ve dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta- yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.

5 yorum:

  1. süper bir yazı, beyninize sağlık

    YanıtlaSil
  2. Sayın Gedik
    Evrimsel secilim herzaman mukemmelin ortaya çıkması ile sonuclanmaz. secilim çoğu zaman hatalı veya zayıf karakterler de üretebilir. Biyolojik Evrimde bunun ornekleri oldukca fazladır.
    M.Ozmen

    YanıtlaSil
  3. Yazdıklarınıza katılıyorum ve yararlanıyorum, ama uzun yazmanız okunurluğunuzun önündeki en büyük engel. Kelin merhemi olsa başına sürermiş:))
    umur gürsoy

    YanıtlaSil
  4. Sayın öğretmenim yazılarınızdan umuyorum benim gibi ülkemin okuyan insanlarıda yararlanacaklardır. İlim_İrfanı paylaşmak güzeldir.

    YanıtlaSil
  5. Yukarıdaki yazıyı ben yazdım. Ertan Sayar.

    YanıtlaSil